‘Işık, biraz daha ışık’
Rivayete bakılırsa, ünlü Alman şair ve mütefekkiri Goethe, ölüm döşeğinde evin perdelerini açtırıyor ve “Işık, biraz daha ışık” diye söyleniyormuş.
Ölüm anındaki iç daralmasının sonucu söylenmiş olduğu, bu halet-i ruhiyeyi yansıttığı ileri sürülebilirse de, bu sözler dünya edebiyatına malolmuş ve yalnız Goethe’yi değil, Aydınlanma Devri’nin karakterini de dışarı vuran bir ‘motto’ halini almıştır. Bu sözler Goethe’nin adeta bir ömür boyu süren aydınlanma iştiyakının ölüm anındaki devamı şeklinde değerlendirilmiştir. Goethe’nin arayışla geçen ömrünün timsali olarak ortaya koyduğu Faust tipi, tabiatı bir küll halinde kavramanın iksirini keşfetme yolundaki bu yorucu çabayı yansıtır.
Faust genellikle olumsuz bir tipleme olarak yansımıştır bizim dünyamıza. O, şeytana ruhunu satan uğursuzun biridir; bu yönüyle de eksiksiz bir Batılı tiptir: Bilgi ve haz peşinde koşan, bunun için feda edemeyeceği hiçbir mukaddesi olmayan bir tip. Oysa bu Faust’un sadece bir yüzüdür ve eksiktir. Faust, eserin ikinci bölümünde tam şeytana (eserde Mefistofeles adıyla geçer) teslim olacakken ruhunda bir yücelme hisseder; bir tek yüce değer kalmıştır kendisinde: Margarete’ye duyduğu aşk. Bütün ruhî meziyetlerinden soyulmuş bir insanın, çoraklaşmış bir ruhun üzerine çiseleyen yağmur gibidir bu aşk. Ve sadece bu aşk ile hem kendisinin, hem de sevdiği kadının ruhunu kurtarır Faust. Bilgi, kendisini şeytanla anlaşmaya götürmüş, aşk ise onun necât iksiri olmuştur.
Goethe’nin ruhun bozulmazlığı, fıtratın aslen masum olduğu ve tabiatın “asîl” olduğu yolundaki görüşlerinin Hıristiyanlığın menfi tabiat görüşüne uzak olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Tabiat Goethe’de, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, kirli, günahkârlıkla malul, şeytanın ülkesi ve düşüşün son raddesi gibi olumsuz nitelikleri taşımaz üzerinde. Goethe, Hıristiyanlık’taki ‘ilk günah’ akidesiyle arasının hiçbir zaman iyi olmadığını ve bu akideyi bir türlü içine sindiremediğini söylemiştir: “Bana insanın da, tabiatın da suçlu ilan edilmesi başından beri anlaşılmaz gelmiştir.”
Goethe’yi Hıristiyanlığın teslis akidesi de tatmin etmekten uzak kalmıştır. Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber Efendimiz’in yaşayışında ‘açık tabiat’ görüşünü bulmuştur. Açık, yani insanı bu dünyada ayartmaya mütemayil bir rakip, bir hasım değil, onun yücelmesine katkıda bulunacak değerleri içinde barındıran masum bir kaynaktır tabiat. Taştan, topraktan, hayvandan, insandan hep “asîl” sıfatıyla bahsetmesi de gösteriyor ki, Goethe, ‘Müslüman’ bir tabiat görüşüne inanmaktadır.
1820’lerde yazdığı bir mektupta “Bizler er geç Müslüman olmak zorunda kalacağız” ve bir defasında da “Eğer İslâm buysa hepimiz Müslümanız” diyen Goethe, bu görüşleri dolayısıyla çağdaşları tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Goethe’nin İslâmiyet ile ilgisi de bu görüşlerinin devamı mahiyetindedir.
Gençliğinde kaleme aldığı (1773) Mahomet-Drama’dan başka çeşitli şiirlerinde İslâmiyet ve İslâm Peygamberi hakkında görüşlerini hayranlık dolu dille ifade etmekten geri durmamıştır. Hatta bir araştırmaya göre (Dr. Bayram Yılmaz, Goethe ve İslâmiyet, Konya, 1991) Goethe, İslâm’ı neredeyse kabullenecek gibidir: “İç dünyamda neşet eden his, İslâm’ın kalbimde galebe etmesini istiyor ve ruhumda var olan, bir olan ezelî ve ebedî hakikate beni ulaştıracağına inanıyorum.”
İslâmiyet’in arı duru ve makul dünya görüşü bu büyük şairi o kadar etkilemiştir ki, bir şiirinde onu Allah’a doğru akan coşmuş bir nehir şeklinde tasvir etmiştir. Yahudilik ve Hıristiyanlık başta olmak üzere diğer dinler onun bu gümrah akışına katılmak için bekleşen ‘kardeşler’dir. Bu aktığı yatağı zenginleştiren, zenginleştikçe zindeleşen nehir, akışı sırasında ‘kardeşlerini’ de kendisine katacak, onları muhabbetle kucaklayacak ve nihayet Yüce Yaradan’a kavuşturacaktır.
Ovalardan ırmaklar
Dağlardan derelere
Sevinçle sesleniyorlar ona: ‘Kardeş
Kardeş, kardeşlerini de al,
Beraber ezelî atana götür,
Açılmış kollarıyla
Bizi bekleyen
Ebedî okyanusa’.
İslâmiyet’i temsil eden bu nehir, kardeşlerin çağrısına “Gelin hepiniz!” diyerek cevap verir. Onları kucaklar ve “durdurulmaz bir akın” halinde Yaratıcı’ya teslim eder:
Ve böylece kavuşturuyor kardeşlerini,
Sevdiklerini, evlatlarını
Gönlü muhabbetle dolu, onları
Bekleyen Yaratıcı’ya.
Burada Goethe’nin Müslüman olduğunu söylemek gibi bir amacımız yok. Üstelik bu konudaki deliller de yeterli ve doyurucu değil. Ancak Aydınlanma Çağı’nın bu çok-yönlü şahsiyeti, bize şunu göstermektedir: Modern Batı’nın kapalı ve lanetli tabiat telakkisinden açık ve masum tabiat telakkisine geçişinde İslâmiyet’in büyük etkisi olmuştur. Bu etki sadece doktrin düzeyinde değil, pratik düzeyde de gerçekleşmiştir. Mesela Goethe, 1814’te yaşadığı şehir Weimar’a gelen Rus ordusu içindeki Müslüman Başkırt Türkleri’nin bir Protestan Kilisesi’nin avlusunda, yani açık havada namaz kıldıklarına şahit olmuş ve bundan çok etkilenmiştir. Bir Müslüman için son derece tabiî olan bu durum, ibadeti kilisenin kasvetli havasına münhasır kılmış olan Hıristiyanlar için oldukça değişik bir tecrübe, bir örnek olmuştur. Keza Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlemiş olan Osmanlılar’ın etkisinden de bahsedilebilir.
* * *
Goethe’nin ömrünün son demlerinde aradığı ve doyamadığı “ışık”, Aydınlanma’nın şeytanî ışığı mıydı yoksa İslâm’ın Rahmanî ışığı mı? Buna kat’î bir cevap vermek mümkün değilse de, Şiir ve Hakikat adlı eserinde “Aydınlanmanın Parolası” olan dinî hoşgörünün, aslında İslâm’ın diğer dinlere gösterdiği hoşgörü olduğunu belirtmesi bize bir ipucu verebilir. Aynı zamanda bir botanikçi de olan Goethe, uzun yıllar bütün bitkilerin anası olan “ilk bitki”yi aramıştır. Onu bulduğunda bitkilerin sırlarını çözeceğine emindir. Aynı şekilde İslâm onun için bütün dinlerin anası olan “Hanif dini” mesabesindedir. İslâm’ı bulduğunda diğer dinlerin mânâsı daha bir aydınlanmıştır kafasında.
Sözü Goethe’nin Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında söylediği bir kıtayla noktalayalım:
Gerçek aydınlanmalı artık,
Muhammed’in başardığı gibi;
Yalnız bir tek Allah diyerek
O, dünyayı fethetti.
16 Temmuz 1995, Pazar