Dün yolum, tek tük kalan yayınevlerinden birine uğramak üzere Cağaloğlu’na düştü. Lakin hangi yayıncıya sorsanız burnundan soluyor. Avro ve dolar artınca ithal ettiğimiz kâğıt ve kromelerimizin fiyatı uçmakta. Eskiden kitabın toplam maliyeti içinde kâğıdın oranı %25 iken, şimdilerde %60’a çıkmış. Yani bir kitabın fiyatının %60’ını boş kâğıdına ödüyoruz! Nerede kaldı matbaa maliyeti, yayınevi giderleri, telif ücreti, nakliye, depolama, şu bu! Tabii dünyadaki enflasyonist ortamdan dolayı kâğıdın kendi fiyatının arttığını düşünürseniz durum iyice vahamet kazanıyor. Bu yüzden kitaba nasıl fiyat koyacaklarını şaşırmış yayıncılar.
Ne oluyor böyle olunca? Kitap fiyatları artıyor, o artınca okur sayısı düşüyor, okur sayısı düşünce yayınlanan kitap azalıyor… Tam bir kısır döngü anlayacağınız. Dergi ve gazeteler için aynı dert katmerli olarak mevcut ama onlar hiç olmazsa reklamla, sponsorlukla filan idare ediyorlar. Asıl kabak, yayınevlerinin başına patlıyor.
Kim bilir kaç yayıncıdan benzer sızlanmaları dinleyince aklıma kâğıt sanayiimizin fikir babası ve kurucusu Mehmet Ali Kâğıtçı geldi. “Medeniyet demek kâğıt demektir” diyor da başka bir şey demiyordu rahmetli. Kâğıda hükmeden beyinlere hükmederdi ona göre. Kâğıtta dışa bağımlılık sanayide, hele savunma sanayiinde dışa bağımlılıktan farksızdı.
Birkaç yıl önce dünyanın en büyük kâğıt üreticisi Çin, çevreye verdikleri zarar yüzünden insanlar ölmeye başlayınca filtre takmaya zorladı kâğıt fabrikalarını, hatta takana kadar da kapılarına kilit vurdu. Bu karar tabiatıyla dünyada büyük bir kâğıt bunalımına yol açtı. Kâğıt bulabilmek için bir oraya, bir buraya saldıran yayıncıların hali içler acısıydı.
Velhasıl Türkiye SEKA ve Dalaman gibi yerli kâğıt fabrikalarını kapatmakla yayın sektöründe tamamen dışa bağımlı hale gelmiş, ambalaj, karton vs. gibi geri dönüşümden elde edilen ürünler hariç Finlandiya ve Çin’e muhtaç olmuştur. Bu, kabul edilemez.
Türkiye son yıllarda hakikaten önemli başarılara imza atmış, TOGG otomobilinden Tcg Anadolu uçak gemisine, Altay tankından Kızılelma’ya, helikopterden iha ve sihalara kadar nice yerli ürünün altına mührünü basmıştır. Düşmanlarımız dışında bunlardan memnun olmayan gösterilemez.
Sonunda anladık ki, bir asırdır bizi engellemeye memur edilmiş iç ve dış mihraklar sanayileşme yerine şeftali üretmemizi tavsiye etmişlerdi. Bu bağımlılık zincirini ancak yerli sanayiimizi geliştirmek suretiyle kırabilirdik, başarıyoruz Allah’ın izniyle.
Ne var ki, kâğıt sanayiindeki dışa bağımlılık zincirini kırmak ya aklımıza gelmiyor veya sırasını bekliyor. Ama ne zamana kadar sürecek kültürde bu dışa bağımlılığımız?
İlk diplomalı kâğıt mühendisimiz olan Mehmet Ali Kâğıtçı ömrünü ortaya koyarak SEKA kâğıt fabrikasının kurulmasına öncülük etti. Kıymetini bildiler mi? Ne gezer! SEKA’yı 1936 yılında kâğıt üretme noktasına getiren muhteşem insan sadece 5 yıl sonra bir de suçlanarak kapının önüne konulacaktı. Yerine getirilen Belçikalı uzmanın, “Mehmet Ali Bey gibi biri elinizde varken onun koltuğuna oturmam ayıp olur” diye görevi kabul etmek istemediğini ibret için şuracığa yazalım.
“Yaşamak için ekmek ne ise düşünmek için kâğıt odur” düsturuyla hareket ederek yerli kâğıt sanayiinin kurulmasına ömrünü vakfeden Mehmet Ali Kâğıtçı da, uçması yasaklanan Vecihi Hürkuş, fabrikası havaya uçurulan Nuri Killigil yahut uçak fabrikası iflasa sürüklenen Nuri Demirağ gibi kurban edilen öncülerden biriydi.
Diğerlerinin isminin sık sık anılması, açtıkları yollardan gidenlerin çoğaldığını gösterir. Peki Mehmet Ali Kâğıtçı’nın yolu boş mu kalacak? O yolun bir Selçuk Bayraktar’ı çıkmayacak mıdır?
Kültür sahasında dışa bağımlılık da havacılık sahasındaki kadar içimizi acıtmıyorsa medeniyet iddiamız adına edilecek tek bir söz kalmıştır: “Ört ki ölem.”