Neredeyse 60 yıldır Atatürk’e izafe edilip durulan “Bursa Nutku”nun ona ait olmadığını artık daha kesin olarak söyleyebiliriz.
Zira eski gerekçelere iki güçlü kanıt eklendi. Bu kanıtları görmeden önce eski gerekçeleri sıralayayım:
1) ‘Bursa Nutku’ adı verilen metin, bir “nutuk” değildir, olsa olsa bir sohbetten alınmıştır.
2) Atatürk’ün sağlığında hiç yayınlanmadığı gibi, ölümünden 9 yıl sonra bir kitapçıkta yayınlandığı zaman dahi onu kimseler ciddiye almamıştı.
3) Birilerince darbelere gerekçe olarak gösterilen bu sözde “nutuk”, başka hiçbir bağımsız kaynak tarafından (tartışmalar başladıktan sonra yazılmış olan şike kokanlar hariç) doğrulanmış değildir.
4) Atatürk gibi otoriter bir devlet başkanının anarşiye prim verecek ve gençleri sokağa dökecek bir konuşma yapması mümkün değildir. (Geniş bilgi için bkz. Küller Altında Yakın Tarih adlı kitabım.)
Şimdi daha kesin konuşmama sebep, doğrudan doğruya “Bursa Nutku”nun içinde yer aldığı kitabı incelemem oldu. Şimdiye kadar bir “Bursalı gazeteci” diye takdim edilen Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hâtıra” adlı 1947’de basılan kitapçığına eğilen bir çalışmaya pek rastlamadım. Tartışmalarda genellikle ikinci, hatta üçüncü el kitaplar kullanılmış. Bu da meselenin niye arapsaçına döndüğünü açıklıyor zaten.
Rıza Ruşen Yücer, hepi topu 24 sayfacık tutan kitabındaki 16 adet “fıkra ve hatıra”nın doğruluğuna nedense garanti verememektedir. Kitabının yıllar sonra bu kadar ciddiye alınacağını hiç düşünmediğine eminim. Nitekim yazarın Önsöz’de yer alan itiraf mahiyetindeki şu sözleri ibretliktir:
“Naklettiğim fıkra ve hâtıralar gerçekten olmuş mudur? Bunu da kesin olarak temin edemem [garanti veremem]. Çünkü ben, belgelendirmekten ziyade ve sadece işittiklerimi, -duyduğum şekle sadık kalarak- tesbit ve nakle önem verdim.”
Demek ki, yazar bile anlattıklarının gerçekliğinden emin değildir. Önemli bir kısmını başkalarından işitmiştir ve bunların gerçekten vuku bulup bulmadıklarını araştırıp soruşturmuş da değildir.
Böylece “Bursa Nutku”na neden ‘sözde nutuk’ dediğimizi ve bu “sohbeti” aktaran kişinin de olay yerinde bulunmadığını, konuşulduğu söylenen ve etrafında fırtına kopartılan sözleri başkasından işittiğini, onların gerçek olup olmadığına dair bir bilgi ve kanaatinin olmadığını bizzat kendi sözlerinden öğrenmiş oluyoruz.
Rıza Ruşen Yücer’in sözde “Bursa Nutku”na dayanak olarak alınan 1947 tarihli kitabının kapağı. Kitaptaki “Eşiniz gibi öpünüz” başlıklı yazının başlığı.Yazar Önsöz’de yazdıklarının kulaktan dolma şeyler olduğunu böyle itiraf ediyor.
Gelelim ikinci kanıta…
Aynı kitapta geçen Atatürk’e dair “fıkra ve hâtıralar” arasında öylesine gayrı ciddileri var ki, bunların içinde yer aldığı bir kitabın siyasî tarihimizde yarım asırdır bunca fırtına koparabildiğine insanın inanası gelmiyor. Meseleyi aydınlatmak bakımından bu kitapçıkta anlatılan gerçekten tuhaf “fıkra”lardan birkaç örnek vermek faydalı olacaktır:
Gazeteci Musa Ataş, Atatürk’ün Bursa’ya son gelişinde verilen baloya, yanında hanımı ve pembe tuvaletli bekâr bir bayanla katılmak istemiş, lakin bu bayan, kavalyesi olmadığı için içeriye girememiştir. Bunun üzerine Musa Bey, gazetede çalışırken bulduğu yazara, baloya başka bir bayanla gitmeyecekse pembe tuvaletli bayanla gitmesini rica eder. Yazar da kabul eder ve kadınla kol kola baloya giderler.
Önce resmî konuşmalar yapılır. Muhabirlerin görevi, bu haberi gazetelerine yetiştirmektir. Yazar da gazetesine gitmek üzere salondan ayrılır ve işini bitirdikten sonra geri döner. Ancak dönünce ne görse beğenirsiniz! Atatürk kendi pembe tuvaletli “dam”ına pek yakın davranmakta, ona sigara ikram edip sık sık dansa kaldırmakta ve büfeye götürüp içki ikram etmektedir. Çiftin neşeleri gayet yerindedir.
Yazarımız ilk şaşkınlıktan kurtulduktan sonra Atatürk’ün yanına gider. Bu sırada arkadaşları kendisine takılır. “Atam, bu gazeteci arkadaşın damını kapmışsınız” derler yılışık bir edayla. Atatürk güya bu iddiayı kabul etmez ve yazara, pembe tuvaletli bayanın adını sorar. Yazarımız kendisinden öğrendiği ismi söyler, “Hatice” der. Atatürk “İşte” der, “kimsenin damını kapmadığımın ispatı!” Daha sonra pembe tuvaletli bayana dönüp “Lütfen isminizi söyler misiniz?” der. Bunun üzerine Bayan, isminin “Ataca” olduğu cevabını verir. Atatürk de “Gördünüz mü?” diyerek muzafferane bir tebessümle kolunu bayan Ataca’ya uzatır. (Bundan sonrasını bilmiyoruz.) Meğer tanışmaları sırasında adının Hatice olduğu söyleyince Atatürk kadına, “Ben olsam, Ata’ya bu kadar yakın olduğum için adımı Ataca kordum” diyerek adını o anda değiştirivermiştir!
Bursa Nutku taraftarları bu laubaliliği Atatürk’e yakıştırıyorsa diyecek sözümüz yok!
Kitapta geçen evlere şenlik bir başka “fıkra” ise bir öpüşme sahnesiyle dikkat çekiyor. Buna göre Atatürk 10. yıl kutlamaları sırasında Ankara Orduevi’ndeki baloyu teşrif eder. Bir ara önünde dans eden bir çift dikkatini çeker. Karı koca olduklarını öğrenince de öpüşmelerini ister. Subay olan koca, emir üzerine zoraki bir öpücük kondurur eşinin yanağına ama Atatürk beğenmez bu öpücüğü, samimi bulmaz. “Yoksa bu senin eşin değil mi?” diye çıkışır. Subay “Eşimdir” diye ısrar edince, ona şu emri verir: “O halde eşiniz gibi öpünüz!”
Böylece bize “Bursa Nutku”nun dayanağı olarak sunulan kitapçıktan Atatürk’ün Cumhuriyet balolarında insanları alenen öpüştürmek gibi bir “misyonu”nun olduğunu da öğreniyoruz.
Bir de gençliğinde sık sık gittiği Galata’daki Barba adında bir Rum meyhaneciye yıllar sonra cumhurbaşkanlığı döneminde yeniden uğradığı anlatılıyor kitapçıkta. Meyhaneci Barba bu ziyaret sırasında Atatürk’e “Mıstık” diye hitap etmiştir. Ne muazzam bir bilgi, değil mi?
Buna benzer “fıkra” değerinde hatıralarla dolu bir kitapçıktır Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hâtıra”sı.
Şimdi soruyorum:
Eğer bu kitapçıkta anlatılanlar doğruysa, o zaman Atatürk’ün, misafirlerinin “dam”larına el koyan, bunu da gayet laubali tarzda yapan biri olduğuna hükmetmemiz gerekecektir. Ayrıca, hem de 10. yıl kutlamaları gibi resmî bir baloda, üstelik orduevi gibi ciddi bir kurumda, dahası, bir Türk subayına, herkesin önünde eşiyle öpüşmesini emrettiğini de kabul etmemiz gerekecektir. Atatürk’e sağlığında “Mıstık” diyenlerin varlığını ve onun da bu hitabı hoş gördüğünü öğreniyoruz!
Sağlıklı bilgiler içerdiğini söylediğiniz bu kitapta anlatılanlar doğruysa o zaman Bursa Nutku’ndaki “ciddi” Atatürk’ü nereye koyacağız? Tersine, anlatılanlar yanlışsa, kaçınılmaz olarak bu kadar ciddiye aldığınız “Bursa Nutku” da geçerliliğini ve güvenilirliğini yitirecektir.
Atatürk’ün Türk gençliğini anarşizme teşvik ettiği söylenen sözde “Bursa Nutku”nun kulaktan dolma bilgilerle yazılmış gayri ciddi bir kitapçık içinde yer almış olması, böyle bir “nutk”un mevcut olmadığını güvenle ileri sürmemize yetiyor da artıyor bile.
16 Ekim 2011, Pazar
One Comment
Mert
4 Kasım 2011 at 06:27Tunus ve Mısır’daki “halk ayaklanmalarından” sonra Türkiye’de bazı siyasetçiler, bu ayaklanmaları “devrimci kalkışmalar” zannetmiş olacaklar ki, Atatürk’ün “Bursa Nutku”ndan söz etmeye başladılar. Tabi birileri, Bursa Nutku’na gönderme yaparak “halk hareketinden” söz edince, başka birileri de “Bursa Nutku yoktur!” diyerek bağırıp çağırmaya başladı. Hatta kendine “tarihçi” sıfatını yakıştıran kimi yeni etme “karşı devrimciler”, akıl yürütmelerle ve saat hesaplamalarıyla Atatürk’ün Bursa’da böyle bir nutuk vermiş olmasının “imkansız!” olduğunu iddia ettiler.
Şubat 1933’te Bursa’da Türkçe ezana tepki gösteren bir grup, ezanın yeniden Arapça okunması için valiliğe yürümüş, ancak olaylar büyümeden bastırılmıştır. Bir yurt gezi sırasında bu olayı haber alan Atatürk, 5 Şubat 1933’te Bursa’ya gelerek olaylar hakkında bilgi almış ve akşam Çekirge yolundaki bir köşkte “Bursa Nutku” diye bilinen konuşmasını yapmıştır.
İşte Bursa Nutku:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”
İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!”
Ben, “Bursa Nutku var mıdır yok mudur?” tartışmalarına girmeden, Atatürk’ün 1923 yılındaki başka bir nutkundan söz edeceğim.
Bursa Nutku’nu reddedenler, bakalım “bütün resmi kayıtlarda yer alan”, “belgeli” bu nutka ne diyecekler? Bakalım bunu da reddedebilecekler mi?
İşte Atatürk’ün 1923’teki o nutku:
“Sayın gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak. Size, Türk gençliğine bırakacağımız vicdani emanet, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız.
Milletin yükselme gerek ve şartları için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız.
Bunun için dimağlarımıza, irfanlarımıza, bilgimize, icap ederse bileklerimize, pazılarımıza, bacaklarımıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız. Bu millet sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır.”
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.133)
1933 Bursa Nutku’ndaki; “Türk genci!… Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır…” cümlesiyle; 1923 Nutku’ndaki: “Sayın gençler!… Milleti o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız. icap ederse bileklerimize, pazılarımıza, bacaklarımıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız…” cümleleri “anlamca” neredeyse aynıdır.
1933 Bursa Nutku’ndaki: “…Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” cümleleriyle, 1927 Hitabesi’ndeki, “… memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” cümleleri “anlamca” neredeyse aynıdır.
Özetle:
1933 Bursa Nutku’nun “içerik” ve “üslubu”yla Atatürk’ün 1923 Nutku’nun ve 1927 Gençliğe Hitabesi’nin “içerik” ve “üslubu” birebir örtüşmektedir. Her üç nutukta da gençlere seslenilmekte, her üç nutukta da Cumhuriyetin, devrimlerin korunmasının altı çizilmekte ve her üç nutukta da gençlerin direnişinden söz edilmektedir.
23 Nutku ve 27 Hitabesi, 33 Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunun en güçlü kanıtlarıdır.