CHP hayal kurmasını bilmez

Demokrat Parti’nin kuruluşu ve 1946’daki şaibeli, hatta ayıplı seçimlerde uğradığı açık haksızlık, 1950’de yapılan ilk serbest seçimlerde halkın CHP’ye karşı öfkesini biriktirmiş ve taşırmıştı.

28 Şubat postmodern darbesinin 10. yıldönümündeyiz. Kuşkusuz bugünümüzü derinden etkileyen bir dönüm noktası 28 Şubat. Ancak Cumhuriyet dönemi darbelerinin anası sayabileceğimiz 27 Mayıs ihtilali ile kıyasladığımızda en azından kansız bir darbe olduğunu söyleyerek teselli bulabiliyoruz. Belki de benzeştikleri bir başka nokta, 27 Mayıs’ın Adnan Menderes’i devirerek bilmeden Süleyman Demirel’in, 28 Şubat’ın da Necmettin Erbakan’ı devirerek yine bilmeden Recep Tayyip Erdoğan’ın önünü açtığı gerçeğidir.

Ne yazık ki, insanoğlunun yaşadığı ve hatırladığı zaman dilimini kendi gözünde büyütmek gibi bir fena alışkanlığı var. Sanıyoruz ki zaman tüneli bize doğru yaklaştıkça genişliyor ve daha da fenası, bize doğru geldikçe zamanın önemi artıyor! Oysa zamanın her anının kendi içinde önemli ve o zaman diliminde yaşayanlar için büyük göründüğünü nedense unutuyoruz.

Babamların kuşağını derinden etkileyen iki olay vardı: Birisi İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki karne ve yokluk kábusu, ikincisi ise Menderes’in iktidara gelişi ve idamı. Hatta sevgili annem benim doğumumu anlatırken, tarih söylemek yerine, eski adete uyarak ‘İhtilalde daha sana hamile değildim’ der. İhtilal onlar için bir milattı deyim yerindeyse.

Gerçekten de Demokrat Parti’nin kuruluşu ve 1946’daki şaibeli, hatta ayıplı seçimlerde uğradığı açık haksızlık, 1950’de yapılan ilk serbest seçimlerde halkın CHP’ye karşı öfkesini biriktirmiş ve taşırmıştı.

HASRETİN DEVRİMİ

Ancak bu sadece Tek Parti döneminin baskıcı yönetimine duyulan ‘normal’ bir tepki miydi? Meselenin bu denli basit olduğunu sanmıyorum. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda nüfusunu, erkeğini, evini barkını kaybetmiş, üstelik Tekálif-i Örfiye kanunuyla iki ineğinden birini, on çuval buğdayından dördünü, kağnı arabasını devlete mecburen vermiş Anadolu halkını bir de İkinci Cihan Harbi’nin getirdiği yoksulluk ve kıtlık kökünden sarsmıştı. Toprak bakımsız, köyler çamur içinde, şehirler dahi viraneye dönüşmüştü. Biraz Ankara, başkent olduğu için bakımlıydı ama en fazla nüfus barındıran İstanbul şehri bile kelimenin tam anlamıyla dökülüyordu.

Demokrat Parti, halkın bu mahrumiyet ve fukaralığı, bu itilmişliği ve dışlanmışlığı, bu tahsildar ve jandarma korkusu üzerine bir yumuşak bahar yağmuru gibi düşmüştü o Mayıs ayında. Hakikaten halk oyuyla gerçekleşen ilk devrimdi bu. Daha doğrusu, halkın 1930’daki Serbest Fırka deneyinde kursağında kalan özgürlük ve refah ümidinin 20 yıl bastırılmış bir dışa vurumuydu DP iktidarı.

BU TOPRAK SU İSTİYOR

Nitekim Menderes, özellikle de 1950-1954 döneminin Menderes’i, geçtiği diyarlara bahar müjdeleri getiren bir saba rüzgárı gibi esmişti Türkiye coğrafyası üzerinde. Onu bazen sabahın köründe, peşine sakalları uzamış belediye görevlilerini takmış vaziyette görürdünüz; ellerinde sandviçleri, sokakların tretuvarlarını nasıl yapacaklarını anlatıyordur işçilere. Bir başka gün bir tarlada elindeki dolma kalemiyle buğday filizlerinin dibini eşelerken görebilirdiniz; size, ‘Bu toprağa su lazım su’ diyordur.

200 YIL İKTİDAR OLMAMALI!

Menderes ben altı aylıkken idam edilmişti ama onun yanık efsaneleriyle büyüdüm diyebilirim. Lakin benim en çok etkilendiğim tarafı, halka da kendisini sevdiren o zarif üslubu ve daha da önemlisi, bir hayali olmasıydı. Galiba devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’i saymazsak Cumhuriyet dönemi siyasetine hayal kavramını getiren oydu. (Edebiyatta ise Yahya Kemal’dir. Malum, üstad ‘İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar’ demiştir.)

Bir gün Denizli’de kendisini 40 dakika yağmur altında bekleyen halka, ‘CHP aslında kötü bir parti değildir’ demiştir. Karşısındakiler, ‘Bizim Başbakan’ın başına saksı filan mı düştü acaba?’ diye düşünüp homurdanırken, Menderes sözlerine ‘Ama’ diye devam etmişti: ‘Ama hayal kurmasını bilmezler.’

İşte ben Menderes’in halk tarafından bu denli sevilmesinin ve idamından yıllar sonra bile bu sevginin bizim gibi taşralı bir ailenin sofra sohbetlerine konuk olmasının altında bu hayal boyutunun yattığını düşünüyorum. Onun hayali zengin, özgür ve gelişmiş bir Türkiye idi. Türkiye işte bu hayale mest olmuştu. Halkla arasındaki ufuk buluşması bundandı. Hasret ve hayalin buluşmasıydı Menderes’in şahsında tecelli eden.

Bu hayal hasretinin halka yansıyış şeklini gösteren çarpıcı bir örnekle noktalayalım sözlerimizi:

Abidin Potuoğlu adlı bir DP milletvekili, 1950 yılındaki seçim zaferinin verdiği coşkunlukla Meclis kürsüsüne gelip şu acı gerçeği haykırmak ihtiyacını hissetmiştir: ‘CHP daha 200 yıl iktidar olmamalı!’ Ne diyelim, sıksınlar dişlerini; zira şurada kaldı 147 yıl… Yahya Kemal sanki Menderes’in hayalinin arkasından döktürmüştür şu mısraları:

Düşülür bir hayale, zevk alınır:
Belki hálá o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda.

ZAVALLI MENDERES! HAKLILIĞINA GÜVENMİŞTİ

1950 yılının 22 Mayıs’ında Başbakanlık koltuğuna oturan Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960’da gelen darbe anına kadar, yani tam 10 yıl, 5 gün boyunca ısrarla milletin arkasında durduğunu, yalnız ona güvendiğini tekrarlayıp durdu. ‘Benim ne Mussolini gibi Kara Gömleklilerim, ne de Hitler gibi SS’lerim var’ diyordu da başka bir şey demiyordu…

Zavallı Menderes diye yazıyor Ali Fuad Başgil Hoca, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri adlı hesaplaşma kitabında (İstanbul 1966, Yağmur Yayınevi); ve ardından şu zehir gibi sözleri ekliyor: ‘Ne saf kalplilik: Halka güvenmek karınca yuvasına sığınmaktır.’

Ama Menderes biraz da bu çelişki değil midir? Gururludur, özellikle de 1954 seçim zaferinden sonra kendisini Olimpos dağındaki Zeus gibi gördüğünü Cihat Baban’dan Fuat Köprülü’ye ve Samet Ağaoğlu’ndan Ali Fuat Başgil’e kadar pek çok yakını ve yol arkadaşı, onun adına üzülerek ifade etmişlerdir.

Ancak saflığın verdiği bir tür şövalyelik de sızar Menderes’in davranışlarından. İkide bir kulağına kadar gelen darbe ihbarlarını, ‘Türk ordusuna böyle bir iftirada bulunamam’ diyerek manidar bir dille geri çevirmesinden de bellidir bu saflığı. 1958’in ilk aylarında ortaya çıkarılan 9 Subay Olayı bile uyandırmaya yetmemiştir kendisini. Apar topar Milli Savunma Bakanı ve sırdaşı Ethem Menderes’e verdiği orduda temizlik yapma talimatı, olaylar karşısındaki esnekliğini kaybettiğinin delilidir ama tek delili değildir kuşkusuz.

Nihayet son dakikaya kadar ordunun darbe yapmayacağına olan kavi inancı, gün gelmiş, onu halkın arasına fırlatmış, hatta işi, meşhur 5 Mayıs 1960’daki Kızılay (555 K diye bilinirdi) mitinginde kendisine yuh çekmekte olan öfkeli gençlerin ortasına dalarak ne istediklerini sormaya kadar götürmüş, burada itilip kakılmış ama asla kaçmamıştır. Haklılığına bu kadar güven de biraz fazla değil midir?

Dostlarının, darbe öncesi ‘düşüş’ günlerini anlatan hatıratlarına bakarsanız hep aynı manzarayla karşılaşırsınız: Menderes halk diyor, başka bir şey demiyordu. Nitekim son ve umutsuz çırpınışlarından birinde söylemişti o ‘Görmediniz mi, Eskişehir’de 200 bin kişi toplanmıştı’ sözlerini.

Acıdır ama aynı halk, Menderes’in idam edildiği 17 Eylül 1961 günü sokaklara dahi çıkmayacak, tam siper evine kapanarak sükunetle bekleyecekti olacakları. Tuhaf belki ama aynı 17 Eylül 1961 günü, İstanbul’un tarihine suç işlenmemiş yegáne gün olarak da geçecektir. Menderes’in önüne evladını yatırıp elinde bıçağıyla, ‘Çocuğum sana kurban olsun!’ diye haykıran halkı, o uğursuz idam gününü, evinde, radyosunun başında hüngür hüngür ağlayarak geçirecektir.

Zavallı Menderes!

Ali Fuat Başgil Hoca haklı ki yerden göğe!

One Comment

Bir cevap yazın