Cumhuriyet, ‘büyük devlet’ statüsünü Osmanlı’ya borçludur!
Artık biliyoruz: Kopuş söylemi ile gerçekten kopmak arasında dağlar kadar fark var. Nedir kopmak? Bir şeyin kendisinden daha büyük bir birimden şiddet yoluyla ayrılması. Yani kopulan birimin kopandan büyük olması gerekir ki, bunu bir kopuş olarak değerlendirebilelim. Öbür türlüsü ancak “kırılma” olurdu; ikiye, üçe, dörde kırılma… Bir de bu durumlarda “dağılma” kelimesini kullanırız ki, onda iradî bir kopuştan ziyade, Sovyetler Birliği’nin durumunda olduğu gibi, söz konusu birimin şu ya da bu sebeple “tecezzi etmesi”, cüzlerine ayrılması hadisesini kastederiz.
Peki biz Osmanlı’dan koptuk mu sahiden de? Yoksa o dağıldı da dağılan parçalardan biri mi olduk? Yani biz Osmanlı’ya isyan edip ondan ayrılmak istedik de mi koptuk yoksa dağıldı da kalan parçalarından birine mi sarıldık ve kurtulduk? Hangisi?
Eğer hakikaten bir kopma vaki olsaydı, yani biz ‘Türkler’ kalkıp da “Hayır biz artık Osmanlı idaresinde yaşamak istemiyoruz, o bizi sömürmüştü vs.” diyerek isyan bayrağını açmış olsaydık belki hakikaten Osmanlı’dan koptuğumuzu söylemeye hakkımız olurdu. Ancak öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Bırakın Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı’yı kurtarma hedefini, 1919, 1920, hatta 1921 ve daha da ilerisi 1922 Sakarya zaferine kadar Kuva-yı Milliye’nin hedefi, Saltanat ve Hilafeti kurtarmaktı. Bunu bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın yazışma ve konuşmalarından anlayabiliyoruz.
Daha önce verdiğim bir örneği tekrarlamanın tam yeridir: Oliver Baldwin adlı soylu bir İngiliz siyasetçisi 1922 Nisan’ında Erzurum’u ziyaret eder ve bize ilginç görünen ama o vakitler için vukuat-ı âdiyeden sayılmak gereken bir olaya tanık olur. O sırada Erzurum’da Padişah Vahdettin’in doğum yıldönümü kutlanmaktadır. Defterine şunları not düşer Baldwin:
“Padişahın doğum günü şerefine büyük bir merasim düzenlenmişti; askeri birlikler flamalarıyla geçit resmi yapıyor, idarecilerinin (yani Vahdettin’in) iyilikleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın dehası üzerine nutuklar çekiliyordu. Böyle bir merasim alakamı çekti, zira ben 1921 ‘Kemaliye’sinin son derece cumhuriyetçi olacağını tasavvur etmiştim.”
Demek ki 1922 Nisan’ında Erzurum’da, kısa bir süre sonra hain damgası yiyecek olan Vahdettin’in doğum günü tebrikleri, gönderdiği paşası Mustafa Kemal’de adresini buluyordu! Bu o günler için garip görünmeyen ayrıntı, bugünkü ‘kopuş’ söylemi taraftarları için anlaşılmaz bir tutumdur.
Demek ki, biz Cumhuriyet’in Osmanlı’dan koptuğu yaygarasıyla yetiştirilen nesilleri, yakın tarihimizde pek çok sürpriz, biraz da tebessümle beklemektedir. İşte diplomasi tarihinden, gözlerimizi faltaşı gibi açması gereken yeni bir örnek. Bakalım Cumhuriyet gerçekten de Osmanlı’dan kopabilmiş mi?
Hep Cumhuriyet’e Osmanlı’dan borçlar ve harap olmuş bir ülkeden başka miras kalmadığı söylenir ya, miras sahibinin olumlu yönleri görmezden gelinir ısrarla. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ne büyük bir diplomatik itibar devraldığı göz ardı edilir. Bu gerçekte bir mirastan öte, ayrıcalıktı; ancak imparatorluk varislerine tanınan bir ayrıcalık.
Yılmaz Öztuna’nın “Diplomatik temsil” adlı yazısında yakaladığım bu ayrıntıya göre, Türkiye Cumhuriyeti daha kurulur kurulmaz, o devirde sadece büyük devletlere mahsus olan büyükelçi gönderme hakkını kazanmıştır. Peki nedir bunun anlamı?
1918 yılına, hatta 1945’e kadarki diplomatik teamüle göre yalnızca büyük devletler kendi aralarında büyükelçi (ambassadeur: sefîr-i kebîr) teati ederler, diğer devletler birbirlerine ve büyük devletlere ancak ortaelçi, yani “ministre” veya bizim deyişimizle “sefîr” gönderebilirlerdi. Bu uluslararası kural, ancak 1945 yılından sonra ortadan kalkmış ve ortaelçilik kurumu, bazı kritik durumlar haricinde hemen hemen tarihe karışmıştır.
Mesela Türkiye Cumhuriyeti, İsrail’i ilk tanıyan devletlerden biri olmuş ama büyükelçi göndermemiş, ortaelçi göndermekle yetinmişti. 1981 yılında Kudüs’ü “ebedî başkent” ilan ettiğindeyse ortaelçisini geri çekerek İsrail’le diplomatik ilişkilerini en alt düzeye indirdiğini biliyoruz. İsrail’e yönelik bu sert tavır, Doğu Kudüs’teki başkonsolosluğumuzu kapatışımızla ciddi bir boyut kazanmış oluyordu. Durum ancak 1991’de Madrid’de Ortadoğu Barış Süreci başlayınca değişmiş, Türkiye, İsrail’in olumlu tutumu üzerine diplomatik temsilciliğini ancak bu tarihte büyükelçilik düzeyine çıkarmıştı. Buna mukabil ne yapılmıştır? Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Ankara temsilciliği büyükelçilik düzeyine yükseltilmiş ve Doğu Kudüs’teki başkonsolosluğumuz yeniden açılmıştır.
Görüldüğü gibi bazı ender durumlarda büyükelçilik yerine ortaelçilik veya daha alt diplomatik temsilcilikler hâlâ söz konusu olabilmektedir.
Ne diyorduk? Evet, 1945’e kadar ancak büyük devletlerin büyükelçi atama hakları vardı. Dikkat edin, bu büyük devletler içinde 1923’e kadar, evet yıkılana kadar Osmanlı da vardır! İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan, İspanya, İtalya, ABD ve nihayet 1906’da Japonya büyük devletler arasına katılmışlardı ve aile içinde daha başından beri Osmanlı Devleti de bulunuyordu. (Hatta Osmanlı Devleti, bir istisna olarak büyük devletler arasında bulunmayan İran’a ayrıcalık tanımış ve İran’la büyükelçi teati etmişti (bu ayrıcalığa bir de İsviçre erişmişti, o da Fransa’nın lûtfuyla).
Şimdi bu “büyük devlet” olma ayrıcalığı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nasıl intikal etmiş, ona bakalım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin diplomatik ilişkiler alanında Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan diğer devletler (mesela Bulgaristan veya Yunanistan) gibi sıradan bir ülke muamelesi görmemesi ve daha kurulur kurulmaz diğer imparatorluklar gibi büyük devlet statüsünde diplomatik temsilciler gönderip kabul etmesi, aslında bal gibi Osmanlı’nın devamı olduğunu göstermektedir ve bundan hiçbir Cumhuriyet idarecisinin gocunduğu da söylenemez. Büyük devletlerle diplomatik münasebetler Cumhuriyet döneminde de sanki hiçbir şey değişmemiş gibi devam etmiş ve değiştirilmeyip yerinde kalan diplomatlar bile olmuştur.
Düşünün ki, bu sırada yüz milyonlarca nüfusa malik Çin bile büyük devlet kabul edilmiyor, ortaelçilikle idare ediyordu. Nitekim Çin, büyük devlet olma şansını ancak İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip bağımsızlığına kavuşan sömürge ülkelerle birlikte kazanabilmiştir.
Şimdi bunlar ışığında yeniden soralım mı? Biz Osmanlı’dan sahiden koptuk mu?
Ben söylemlerin eylemleri saklamaya, örtmeye yaradığını düşünenlerdenim. Kopmayan kopmuş gibi yapacak ki kopmadığı anlaşılmasın, üstü örtülsün. Osmanlı öncesiyle en kopmaz bağlara sahip Sabetaycı çevrelerin Türkiye’de Osmanlı’dan kopuş söyleminin şampiyonluğunu yapmaları bir tesadüf olabilir mi sizce?
10 Eylül 2006, Pazar