Saat kuleleri ve Abdülhamid

Saat kuleleri ve Abdülhamid 
Bizim nesil, saat kulelerinin anlamıyla ilgili olarak ilk uyarıcı cümleleri İsmet Özel’in Üç Mesele’sinden okumuştur. İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli köşelerinde saat kuleleriyle koyun koyuna yaşamış bir neslin onun anlamı üzerinde düşünmeye zamanı olmamıştı, zira o yıllar (yani 70’lerin sonu ve 80’lerin başı) ideolojik kalıplaşma ile ‘faşizme karşı omuz omuza’, ‘kahrolsun komünistler’, gibi sloganlarda ifadesini bulan siyah-beyaz kutuplaşmasının yaşandığı tuhaf yıllardı. Yıllar sonra bu ‘tuhaf’ kelimesini kullanışım boşuna değil; o yıllar gerçekten de ‘tuhaf’tı. (Çinliler birine beddua edecekleri zaman ‘Tuhaf’ bir çağda yaşayasın’ derlermiş!)

İsmet Özel, “Saat Kulesi” adlı yazısında “İslam topraklarını gezip gören frenklerin” bu ülkede saat kulesi olmamasından şikayet ettiklerini, bunun sebebini de beş vakit okunan ezana bağladıklarını söyler. Zamanı mekanik bir aletle ölçerek değil (Ahmet Haşim ‘Müslüman Saati’ adlı yazısında saatlerin zamanı ile Müslüman zamanı arkasındaki farkı nefis bir şekilde vurgulamıştır) gündelik hayatı organik dilimlere ayıran namaz vakitleriyle belirliyordu Müslümanlar Özel’e göre. Üstelik bu kulelerde her saat başı çalan çanlar, İslam beldelerine kiliselerin çan seslerini yeniden taşıyordu. Kısacası saat kulesi yaptırma faaliyeti, Batılılaşma projesinin bir parçası olarak yürütülmüştür.

Kuşkusuz saat kulelerinin Batılılaşma projesiyle derin bir alakası var; şehirlerimizin dokusunda bu kulelerin yapılmasının meydana getirdiği ‘yırtılma’ inkar edilir gibi değil gerçekten de. Fakat saat kulelerinin sadece zamanı ölçmek amacıyla kurulmadığını da biliyoruz. Şehirlerde başlayan yangınların haber verilmesi veya iktidarın topluma nüfuz stratejisinin bir parçası olan gözetleme kulesi olarak kullanılması da söz konusu. Kısacası bu amaçlarla yapılanları da bulunuyor. Ancak saat kulelerini Tanzimat ve Batıcılıkla özdeşleştirmekte aceleci davranmamakta yarar var. Farklı kaynaklara ve somut olgulara eğilerek meselenin künhüne vakıf olunca insan şaşırmadan edemiyor. Mesele göründüğünden daha karmaşık.

Neden mi? Anlatayım izninizle.

Öncelikle saat kulelerinin Tanzimat’tan önce Osmanlı ülkesinde hiç olmadığını söylemek doğru değil. Zira Osmanlı şehirleri üzerine derinlikli çalışmalarıyla tanıdığımız Kienitz’e göre daha Kanuni doneminde, yani 16. asırda yapılmaya başlanmıştır saat kuleleri. 1577’de yapılan ve fotoğrafları elimizde olan Banyaluka Ferhat Paşa Camii saat kulesi ve Üsküp saat kulesi ilk örnekler olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim Evliya Çelebi de 1660-1661 tarihlerinde geldiği Üsküp’te bu saat kulesinden söz eder.

Saat kuleleri Doç. Dr. Hakkı Acun’un Anadolu Saat Kuleleri (Ankara 1994) adlı araştırmasında verdiği bilgilere göre, Osmanlı ülkesinde 16. yüzyıldan itibaren batıdan doğuya doğru yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla Batılılaşma döneminde saat kulesi yapımının öncesinde yaklaşık 3 asırlık tedrici bir gelişme süreci yaşanmıştır. Nihayet İstanbul ve Anadolu’da sistematik bir şekilde saat kulesi yaptırılmasını emreden kişi, genellikle Batılılaşma tarihimizden tipexle ismini kaybetmeyi yeğlediğimiz Sultan II. Abdülhamid olmuştur. Garip değil mi?

Sultan Abdülhamid, tahta çıkışının 25. sene-i devriyesinde (1901) valilere, vilayetlerine saat kulesi yapmalarını ferman eylemiştir. Bu tarihten kısa bir süre önce Dolmabahçe’de (1895) ve Yıldız’da (1890) saat kuleleri yükselmeye başlamıştır bile.

Prof. Selim Deringil, geçenlerde kendisiyle Nuriye Akman’ın yaptığı röportajda Abdülhamid’in modernleşme tarihinden niçin dışlandığını anlayamadığını, Cumhuriyet’in başta yöneticileri olmak üzere onun açtığı okullarda yetiştiğini söylerken bunu kastediyordu sanıyorum. Abdülhamid devri, zannedildiğinin aksine bir irtica dönemi değil, modernleşme tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir.

Saat kuleleri bile onun eseri olduktan sonra…

BAŞÖRTÜSÜYLE İLGİLİ İKİ KİTAP 

Artık iyice utanılacak bir hale gelen başörtüsü sorunuyla ilgili olarak Mazlum-Der, geçtiğimiz yıl Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu adlı güzel bir kitap derleyip yayımlamıştı. Bu çalışmada çeşitli din ve kültürler de başörtüsü, insan hakları ve hukuk açısından başörtüsü, başörtüsü zulmünün kronolojisi, mağdurların anlattıkları ve belgeler ile konu enine boyuna okuyucunun önüne seriliyor. Şu günlerde genişletilmiş ikinci baskısı çıkan kitabı hararetle tavsiye ediyorum ilgilenenlere. Kitap, Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nden temin edilebilir.

İkinci kitap, bir başörtüsü mağduresinin başından geçenleri anlatıyor.. ODTÜ’de tam 7 yıl başörtülü okumak için mücadele veren Zekiye Oğuzhan, bir roman akıcılığında anlatmış traji-komik olaylarla örülü mücadelesini. Sonunda mezun olmuş; ama diploma töreninde burukluk yakasını yine bırakmamış: “Diplomamı aldım; ama ne tam sevinç ne de tam üzüntü içindeydim. İçimde anlatılması zor, garip bir burukluk vardı. Törene, bizi kutlamaya gelen başörtülü arkadaşların hepsi, okulun kendilerine ne ceza vereceğinden habersiz, kaygılı bir bekleyiş içindeydiler. Benim tam yedi yıl boyunca yaşadığım sıkıntıları onlar da teker teker yeniden yaşıyorlardı. Ama sabırla ve yılmadan direnildiği sürece bu işin de bir sonu vardı. Ayten’le ben bunun somut örnekleriydik.” Henüz piyasaya verilen kitap İz Yayıncılık tarafından yayınlandı.

Sarmaşık 

GEMLİK’E DOĞRU DENİZİ GÖRÜNCE SAKIN ŞAŞIRMA !

Bursa-istanbul yolunun müdavimleri ezbere bilir ya, bir defa geçenlerin de dikkatini çekmiştir sanıyorum. Bursa’dan Gemlik’e yaklaşırken, Kurşunlu yol ayrımını geçtikten sonra sağ tarafta (eskiden solda ve daha ufaktı) büyük bir tabela göze çarpar. Tabelada iri harflerle yazılmış “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” sözünün altında Orhan Veli’nin imzası yer alır. İyi de bu söz (şiir) o kadar sıradan, o kadar beyliktir ki, Orhan Veli’nin olması neyi değiştirir? ‘Köşeyi dönünce karşına banka çıkacak, sakın şaşırma’dan bu sözün anlam yoğunluğu bakımından bir farkı da yok. Yani her gün hepimiz bu türden çuval çuval laf ediyoruz.

Peki o tabela neden orada durur Gemlik’in gururu olarak? Üstelik de deniz, daha geriden, yani Kurşunlu sapağından itibaren görülebiliyorken…

Gemlik gibi iliğine kadar tarihle dolu bir şehrin girişine Orhan Veli’nin bu trafik levhası mealindeki sözünü koymak kimin aklına gelmiştir? Homer’ın destanlarına bile konu olmuştur Gemlik. Körfezindeki eşi benzeri olmayan -tabii bir zamanlar- lezzetteki balıklarıyla, asırlık zeytinlikleriyle ve İstanbul-Bursa arasının vazgeçilmez durağı olması hasebiyle tartışılmaz bir önemi varken bu zavallı levhanın şehrin girişine bir gurur abidesi olarak dikilmiş olmasını anlamakta zorlanıyorum doğrusu…

Bir cevap yazın