Sende kuvvet varsa bende de hakikat var,
Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir doğar,
Ben korkmam kuvvetten, sen de korkma hakikatten,
Ondan korkanlar ayrılamaz zulüm ve zulmetten.
Vefatının 69. yıldönümünde rahmetle andığımız Kâzım Karabekir’in bu dörtlüğü ne denli muğber (gücenik) ve kırgın olduğunu gösterir. Yalnız bu kırgınlık şahsî değildir, zira yaşadığı ateşten yıllar ona kendisini aşmayı öğretmişti. Baksanıza, Fevzi Çakmak Meclis’te 2. İnönü Muharebesi’ni kazandığı için kendisini tebrik edenlere “Bu zafer milletin ve Mehmetçiğindir” diyebiliyor, Karabekir Paşa ise “Vazifesini yapmak kahramanlık değildir” çıkışını yapabiliyordu.
Kırgınlık silah arkadaşları arasına politikanın girmesiyle başlayacak, bu derin bir dünya görüşü ayrılığıyla kızışacak ve sonuçta Kâzım Karabekir ve muhafazakâr arkadaşlarının, hem de idam sehpasının altında tasfiyesiyle sonuçlanacaktı.
Mesele “din”de düğümleniyordu. Maneviyat her şeyin başıydı. İstiklal Harbi’ndeki en kahredici silahımız top tüfek değil, dine ve halifeye bağlılık değil miydi? Sonradan “din”den dönen generaller o yıllarda camilerden çıkmıyor, sık sık Kur’an okutuyor, hatta Balıkesir Hutbesi misali hocaefendiler gibi hutbeler veriyorlardı.
Mesela Mehmed Akif’in Kastamonu Nasrullah Camii’ndeki 1920 tarihli vaazıyla Mustafa Kemal’in 7 Şubat 1923 tarihli Balıkesir hutbesini karşılaştırın, neredeyse aynı ağızdan çıkmadır. Mehmed Akif şöyle diyordu:
“Ey cemaat-i Müslimîn! İşte bugün bizden istedikleri ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir, hilafetimizdir, dinimizdir, imanımızdır.”
Peki Mustafa Kemal’in Balıkesir Hutbesi’ndeki sözleri nasıldı? Hatırlayalım:
“Millet, Allah birdir. Şânı büyüktür. Allah’ın selameti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz hazretleri Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakâyıkı (hakikatleri) tebliğe memur ve resûl olmuştur. (…) İnsanlara feyz-i ruhî (ruhî bereket) vermiş olan dinimiz son dindir, ekmel (kusursuz) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor (uyuyor). Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı bununla diğer kavanin-i tabiîye-i ilahiye beyninde tezad (onunla yine ilahi kaynaklı olan tabiat kanunları arasında çelişki) olması icab ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyeyi (bütün tabiat kanunlarını da) yapan Cenab-ı Hakk’tır.”
Bunun yanına Karabekir Paşa’nın günlüğüne ezan-ı Muhammedî hakkında düştüğü şu sözleri koyun ve derin derin düşünmeye başlayın:
“25 Kasım 1923 Pazar- Bugünümüzü idrak, millet birliğiyledir. Terakki âleminin bu kuvvet-i tekâmülünü alalım fakat en yüce kaleler yıkılır, yıkılmayan bu muazzam abidelerin kudsî sayesinde [gölgesinde] salabetkâr (sağlam) olalım. Onun semalara fışkıran nurlu minarelerinden saçılan ilahi sesler samimiyet bağımız olsun. Bu iki kuvvet bugün henüz gözlerimizde kalan gamlı yaşı da sildirecektir.”
1920-23 aralığındaki bu “dinci” söylem ile sonrasındaki “dinsiz” söylem arasındaki farkın izahı nasıl yapılmalı? Mustafa Kemal 1923’de Kur’an-ı Kerim’in Hak Kitap olduğunu bir din adamı edasıyla savunurken 1937 yılı Meclis açış konuşmasında “Gökten indiği sanılan kitaplar” sözüyle ve 1931’de gözetiminde basılan Tarih II adlı kitapta “Kur’an, Muhammed’in fikirlerini topladığı kitaptır” cümlesiyle 180 derece dönerken, sözünden dönmeyen Akif ile Karabekir’in tasfiye edilip susturulmasında şaşılacak bir taraf yoktur.
Sözünden asla dönmeyen Kâzım Karabekir Cumhuriyetin arifesinde dindar ve muhafazakâr söylemini haykırıyor, “Din ilerlemeye manidir”, “Dindar kaldıkça gelişemeyiz” diyenlere karşı tezlerini cesaretle müdafaa ediyordu . 17 Kasım 1923 tarihli İkdam’da Hukuk Fakültesi talebelerine şöyle seslendiğini okuyoruz (sadeleştirdim):
“Batılılaşmakla halkın karnı doymaz. Batılılaşmakla iş ve servet te’min edilmez. Efendiler, millet batılılaşmakla değil, ancak din-i mübîn-i İslâma sarılmak suretiyle varlığını kurtarmıştır. Türk oğlunu her şeyden tecrit etseniz din-i mübîn-i İslâmdan başka dayanacak yeri yoktur.”
Bomba gibi sözler değil mi? Devam ediyor Paşamız:
“Efendiler, millet her türlü mahrumiyet içinde ümitsiz bir mücadeleye niçin atılmıştı? Evvela tahkir edilen mukaddes dinini yüceltmek, ikinci olarak haysiyetini kurtarmak ve düşman ayağı altında inleyen vatan parçalarını kurtarmak için değil mi?”
Ve bombanın pimini çeker:
“Milli ve dinî mukaddeslerimize edilen hakareti iade ettik. Emsalsiz fedakârlığa katlandık. Bunu batılılaşmakla değil dinimize sarılmakla başardık.”
Latin harfleri
Kâzım Karabekir’in Latin harflerinin kabul edileceği dedikodularının ilk zuhur ettiği İzmir İktisat Kongresi günlerinde kürsüye fırlayarak bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın karşısında yaptığı konuşma onun hakikatperest tavrının parlayış anlarından biridir: “Latin harfini kabul edemeyiz” başlığıyla gazetelere intikal eden konuşmanın tarihi 2 Mart 1923’tür.
İsmini vermediği bir kuvvetin ‘Türk yazısı güçtür, okunmaz!’ propagandası yaptığını söyleyen Karabekir, Latin alfabesi kabul edildiği gün ülkenin hercümerce gireceğini iddia eder, diğer herşeyi bir kenara bıraksak bile kütüphanelerimizi dolduran binlerce cilt kitabın Cemil Meriç’in deyişiyle tuğla yığınına döneceğini ve bunun “en büyük felaket” olacağını belirtir. “Böylece” der, “Avrupa’nın eline güzel bir silah vermiş olacağız.”
Neymiş o silah? Anlatıyor: Avrupalılar İslam alemine karşı diyeceklerdir ki, Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır.” Düşmanların şeytanetkârane fikrinin bize harf inkılabı yaptırarak İslam aleminden koparmak olduğunu söyleyen Karabekir, fikrini şöyle toparlar:
“Arkadaşlar, yüzlerce yetim bugün (başında bulunduğum-MA) Şark cephesinde asker arkadaşlarımızın bizzat kendileri ve aileleri tarafından okutuluyor. En anlayışı kıt bir köylü çocuğuna bile biz bir ila üç ay arasında kendi harflerimizi ve gazetelerimizi okutabiliyoruz. Dolayısıyla bizim harflerimiz okunmaz değil, belki dünyanın en güzel şeklidir. Sonra bizim dilimizi ifade edecek hiçbir Latin alfabesi yoktur. Bugün Fransızca alfabe o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez.”
Buna benzer gerekçelerle bu tür fikirlerin içimize girmesine müsaade edilmemesini rica eden Paşa, bu fena fikirlerin “başka taraflardan içimize aşılandığını” söylemiş ve onlardan kendimizi korumamız gerektiğini eklemiştir sözlerine.
Yıl 1923. Karabekir Paşa henüz susturulmadan önce bunları savundu ama o “başka taraflardan gelen fena fikirler” beş yıl sonra kendisini ve arkadaşlarını İstiklal Mahkemesi’nde susturduktan sonra uygulamaya geçirildi. Bir gün uyandık ve kütüphanelerimizin tuğla yığınına döndüğünü gördük.
Rahmetli Karabekir Paşa “Fena fikirler”ın ağına takılıp fikrini kendi eliyle ipe çekmektense fani boynunu cellada uzatmanın şerefini tercih edenlerden olmuştur. Hak rahmet eyleye…