Son iki yıldan beri gündemde tutmaya çalıştığım Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi konusu bir milletvekilinin kanun teklifi vermesi üzerine alevleniverdi. Hangi gerekçeyle olursa olsun ‘Ayasofya davası’nın gündemde tutulmasında fayda var.
30 yıl süren başörtüsü tartışmasında olduğu gibi varsın herkes eteğindeki taşları döksün, sonunda kimin iddiasının ve delillerinin güçlü olduğunu kamuoyu elbette değerlendirecektir.
Ancak bazı köşe yazarları artık insanın içini bayıltıyor. Hiç mi okumuyor, yeni tezler bulamıyorsunuz Allah aşkına diyesi geliyor insanın. Hele bir tez var ki, tam evlere şenlik: Neymiş, İstanbul’da yeterince cami mi yokmuş ibadet etmek için? Bu kadar cami varken ve birbiri ardınca yapılırken niye ille Ayasofya diye tutturuyorsunuz?
Bunlara verilecek cevap çok da kalemimin ‘köle’ olmadığını bildiğim için onun da hukukunu korumak adına şunu söylemekle yetineceğim: Zaten camiyle filan işiniz olmaz da, bu kafayla halkın kendi parasıyla yaptırdığı camileri yıktırmadığınıza şükretmemiz gerekiyor sanırım. Lutfedin de onlar bari ayakta kalsın dememizi bekliyorsunuz zahir.
Beyler, kimse keyfi için cami yaptırmıyor, onca masrafa girip yaptırmaz da. İhtiyaçsa yapılır. Ama en yakın arkadaşının mezarına ölüm yıldönümünde gidip de hoca trafiğe takılıp gecikince bir sûre okumayı bile bilmeyen ve iPhone’unu açıp arkadaşlarına Fatiha’yı dinletenlerin(!) kimse kusura bakmasın Ayasofya’nın cami yapılması hakkında ahkâm kesmelerini samimi ve dürüst bulamıyorum.
Çanakkale geçilmeyince
Öte yandan ‘Bol bol cami var, onlar yetmedi de bir Ayasofya’ya mı kaldılar?’ yavanlığının apaçık ‘emperyalistçe’ bir yaklaşım olduğunu da buraya yazıyorum. Yazımın sonunda bu emperyalistlerin bu zekice ‘tüyo’yu kimden, daha doğrusu hangi ‘düşman’dan apardıklarını da öğrenmiş olacaksınız.
Bugün bizde Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasını isteyen geniş bir kitle nasıl hassasiyetle bu meselenin üzerine eğiliyorsa, aynı şekilde yurtdışında kilise yapılması için çalışanlar da eksik değil ve bu kilise yapılması talebinde bulunanların –daha öncesini saymıyorum- Balkan Savaşları’na (1912-3) kadar uzanan ilginç bir mazisi var.
20. yüzyılın ilk yılındayız. Kraliçe Elizabeth’in elmas jübilesi için Giggleswick adlı bir şapel (küçük kilise) yaptırılır. Şapelin içi, Ayasofya’nın küçültülmüş bir kopyasıdır adeta. İngiliz emperyalizminin Ayasofya’ya duyduğu ilginin hangi düzeye ulaşmış olduğunu bu örnekten anlıyoruz.
Balkan ve 1. Dünya savaşlarında Ayasofya, ABD’nin ilgi alanına girmeye başlar. Bulgarların 1912’de İstanbul’a girmelerine ramak kala Ayasofya’nın Bulgarlar tarafından kilise yapılacağına dair umutlar uyanır.
Derken Çanakkale Savaşı öncesinde İstanbul’un Ruslara bırakılacağı ve Çanakkale geçilirse Ayasofya’nın kubbesine çan takılacağı söylentileri New York gazetelerine kadar yansır. Çanakkale günlerinde İngiliz gazeteleri, İstanbul’a girilirse Ayasofya minarelerinde hilalin yerini haçın alacağı haberleriyle dolup taşar. Çanakkale’yi geçilmezleştiren ecdadımız, aynı zamanda Ayasofya’nın Haçlıların eline teslim edilmemesini de engellemişlerdir anlayacağınız.
Ayasofya’nın Osmanlı döneminde camiyken çekilmiş bir fotoğrafı (Kaynak: Photographium).
Ayasofya’nın büyüsü İngilizler ve Amerikanlarla sınırlı değildi kuşkusuz. Ruslar da sabırsızlanıyorlardı haç dikme töreninde bulunmak için. Ne de olsa İtilaf devletlerindendi ve İstanbul ve boğazlar kendilerine bırakılmıştı, tabii nazlı Ayasofya da. Filozof Prens Trubetskoy’un da rüyalarında Ayasofya geçit resmi yapıyordu. Tabii ah bir Çanakkale geçilseydi! (Bizdeki ‘Ah şu Çanakkale geçilseydi!’ diyenlerin DNA’larında bir tarihte ‘çift zincir kırılması’ yaşandığını söylemek çok yanlış olmaz.)
1918’de Osmanlı Devleti güney cephesinde yenilince teslim oldu ve İtilaf kuvvetleri soluğu İstanbul’da aldılar. Tabii İngiliz zırhlılarının ilk yanaştıkları yerin Ayasofya’nın en yakın limanı olduğunu tahmin edersiniz. Tıpkı Allenby’nin Kudüs’ü işgalden sonra Mescid-i Aksa’ya gitmesi gibi İngilizler de Ayasofya’daydılar. Hedefe çok ama çok yaklaşılmıştı. (MelanieHall (ed.), Towards World Heritage, Ashgate, 2012, s. 53-4.)
İşte tam o günlerde Londra semaları Ayasofya’nın yeniden kilise yapılacağı çığlıklarıyla yankılanıyordu. Lozan’da İsmet Paşa’ya ‘Ne istedilerse verdim’ dedirterek İngiltere’nin bizden (Osmanlı’dan) her istediğini koparmayı başaran Lord Curzon, Dışişleri Bakanı olmadan bir gün önce, 2 Ocak 1919’da bir memorandum kaleme alır. İsmi ilginçtir: “Constantinople’un Geleceği.”
Curzon Türkleri Avrupa’dan, dolayısıyla da İstanbul’dan kovmak gerektiğini söylüyor ve ‘Yarın öbürgün’ diyordu: ‘İtilaf devletleri İstanbul’u Türklerden temizlerlerse kimse şaşırmasın’. Türkler beş asırdır Avrupa’ya yalnız çılgınlık, entrika, çürüme getirmişti. Türklerden zulümden başka bir şey görmemişti medeni kıta. Taslarını taraklarını toplayıp gitmeliydiler. Bu veba mikrobu mutlaka temizlenmeliydi. Dünya büyük çözümler bekliyordu (İngiliz Dünya Düzeni’ni demek istiyor), dolayısıyla kötülüğün en öldürücü köklerinden birini (“Türk’ü”) yeryüzünden silip atmak gerekiyordu. Curzon’a göre Türkler İstanbul’dan kovulmalı ve hilafet kaldırılmalıdır.
Derken sözü Ayasofya’ya getirir ve özetle şöyle der: “İmparator Jüstinyen’in muhteşem Bizans mabedi (…), tabiatıyla aslî dinine geri dönecektir. Öte yandan Müslümanlara yetip de artacak miktardaki İstanbul’un muhteşem camilerinin varlığı garanti edilecektir.” (Robert S. Nelson, HagiaSophia, 1850-1950, Chicago Üni. Yayınları, 2004, s. 121-2.)
İşte bugün ‘Koca İstanbul’da Müslümanlar için ibadet edecek yer mi kalmadı?’ diyenlerin kulaklarına üfüren kimmiş iyi görün.
İstanbul verilecektir ama kime? Damat adayları çoktur, işin içinden çıkılamaz ve Sevr, İstanbul’u Osmanlı’ya bırakır, dolayısıyla Lozan’da da tartışılmaz. Planlar suya düşer. 1923’te Ayasofya’da hâlâ beş vakit namaz kılınmaktadır. Üç yıl sonra emperyalist Thomas Graham Jackson şöyle yakınır:
“7 yıl geçti, İstanbul hâlâ Türklerin elinde ve Türkler, dünyanın onların yerine kimin konulacağı noktasında anlaşıncaya kadar da burada kalacak gibi görünüyorlar!”
Demek dünya Türklerin yerine kimin getirileceğinde anlaşırsa pekâla mümkün. İstanbul ve Ayasofya’nın kilise yapılması yani.
Ayasofya bugün kilise değil çok şükür ama cami de değil. Bu fikrin kimden geldiğinin izini de takip edersek İngiltere’deki Helen (Yunan) severlerin savaş yıllarında ortaya attıkları formül bir Yunan şarkısına yansıdığı şekliyle şöyleydi:
“Ayasofya bizim olmayacaksa Türklerin de olmayacak!”
Curzon 1924 yılında ölmüştü ama Crane ailesi gibi petrol kralları ve Rockefeller gibi mültimilyarderlerin desteklediği Amerikan Bizans Enstitüsü’nün Atatürk’ü ikna gayretleri 1935’te hedefine ulaşacak ve “Haç da değil, hilal de” denilerek 1400 yıllık mabet laikleştirilecekti.
Suflöre dikkat!
One Comment
Can Gül
17 Mayıs 2014 at 19:48Mustafa Armağanı beyeniyle takip eden, kitaplarını fırsat buldukça okuyan biriyim. İslamperver bir kürt genci olarak yakın tarih çalışmalarını takdir ediyorum. Fakat son zamanlarda bir kısım gruplar tarafından “Gülen cemaati ayasofyanın camiye çevrileceğini öğrenmiş ve hükümet aleyhine propaganda yapıyor” deniliyor. Bu konular hakkında Mustafa beyin görüşlerin merak ediyorum. Mail yazdım ve cevap bekliyorum.Dönerseniz sevinirim. Derin tarihi ve kitaplarınızı beğenerek okuyorum teşekkürler.CAN GÜL- İSTANBUL