O sözler ilkin ne zaman çalındı kulağıma, hatırlamıyorum. Ama Bursa’dayız, eminim. Ya rahmetli Sami Pala’lardayız yahut hâlâ fırsat buldukça ziyaretine gittiğim Ali Çakmak’ın Emirsultan’daki iki katlı ahşap evinde. Henüz 12 Mart darbesi ülkenin tepesine inmemiş, Demirel Türkiye’si… 27 Mayıs’ın dehşeti hâlâ gözbebeklerde, Menderes’in ağıtı boğazlarda.
Bursa bu, 1961 Anayasası’na yüzde 52,91 ile ‘hayır’ diyen şehir. 1925 yılında bağımsız aday Sakallı Nurettin Paşa’yı CHP’nin bütün baskısına rağmen hem de iki defa mebus seçen şehir.
O yıllarda Risaleler kitapçılardan değil, dershanelerden temin edilebiliyordu. Ah o dershane duvarları: Kabir ile ahiret arasındaki macerayı anlatan resmin altında “Ey insan düşün sen alâ külli hal öleceksin”, ötede bir şelale resminin altında “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder” sözleri ağır akan yaz gecelerinde hafızamızın çakmak taşını kıvılcımlandırırdı.
Profillerine bakıyorum da abilerin kimi gazocağı tamircisi, kimi takkeci; leblebici olan da var, sobacı olan da. Öyle ilim irfan görmüşler, mühendisler filan el üstünde tutulur, üzerlerine –rüzgârdan sönmemesi için ateşin üzerine nasıl kapanılırsa öyle- titrenirdi.
Bediüzzaman, Üstad Hazretleri, Risaleler, Mektubat, Küçük Sözler… En çok bu tılsımlı kelimelerle yoğrulurdu çocuk hafızamız. Birinci Söz’ü ezberleme yarışması yaptırılırdı. (Yarıda bıraktığıma çok pişmanım.) Bir de derslerde mevzular ağırlaştıkça koyu çaylar nasıl da yetişirdi imdada. Gündüz yorulmuş amele bedenler derslerin derin metafiziğine ancak bu yöntemle uyandırılırdı.
Prof. Şerif Mardin geçen yıl kendisiyle yaptığımız bir söyleşide halkın Risale-i Nur’un etrafında halkalanmasını hâlâ anlayamadığını söylüyordu. “Şehirli bir medrese kültürünü o kültüre tamamen yabancı bir nesle nasıl aşılayabildi, onları etrafına nasıl toplayabildi Said Nursi, anlayamadım, anlayamıyorum.” diyordu. Bu sosyolojik olarak mümkün değildi ama olmuştu.
Sırrı neydi bunun?
İhlas, ihlas, ihlas…
Rahmetli İbrahim Ünal’ın Sur Kitabevi’nde tek bir çay kaşığı bulundurması bundan değil miydi? Çayları kararmış demlikten doldurur, herkes sabırla kaşığın kendisine gelmesini beklerdi. Neden birkaç kaşık daha almadığını sorduğumuzda şu sarsıcı cevabı yapıştırırdı: “Böyle daha ihlaslı oluyor çünkü.” Herkes birbirinin dünyasına açık kalıyordu çay karıştırılırken. Haklıydı…
O bir dünya idi ki, bir daha geri gelmez. Şimdi bu satırları okuyanların çoğu fantezi yaptığımı zannedebilir ki haksız değiller. Biz toprağa Risale-i Nur gömmüş bir nesiliz!
Vefat haberi basında böyle duyuruldu.
Nasıl mı? Anlatayım.
12 Mart darbesinde babam Bursa’da PTT memuru. Tek maaşla 4 çocuk geçindiriyor. Ev desen kira. Zar zor ödüyoruz. Bakır kap kacak dahi sattığımız oluyor (o zamanlar ‘eskiler’ para ederdi, şimdi alacaklara üste para ödüyoruz!). Derken önce dershanelere, sonra evlere baskın haberleri gelmeye başladı. Falanca ‘yakalanmış’, filanca ‘kaçıyormuş’, acaba sıra bize ne zaman gelecek? Küçük memur eşi olan annemin endişesi ur gibi büyüyor. Kitaplar yakalanıp kocası memuriyetten atılırsa ne yapacak?
Tuz Pazarı’ndaki evimizin geniş, gölgeli bahçesinde uygun bir yer. Yaşlı dut ağacının altını kazıp genişçe bir muşambaya sardığımız Risale-i Nurları kara toprağa itinayla gömüyor, daha doğrusu emanet ediyoruz. Babamın haberi olmadığını, olsa müsaade etmeyeceğini biliyorum. Kadınlar bu noktada daha hassas. Bu kesin.
Bir polis baskını yaşamadık gerçi ama kitapları toprağa gömme anı benim dünyamda derin bir yara açtı. 30’lar, 40’larda elle çoğaltılan Risalelerin nasıl takip edildiğini, baskınlar yapıldığını, Üstad’ın neler yaşadığını “Tarihçe-i Hayat”ın sayfaları arasındaki kûşe kâğıda basılı resimlerden görmüştüm. O günlerin geçtiğini zannederken başa sarmıştı film.
Urfa’da Said Nursi’nin naaşı eller üzerinde yıkanmaya götürülüyor.
Vefatı
Bediüzzaman tam 55 yıl önce bugün Urfa’da diyar-ı ahirete hicret etti. Neden Urfa’da acaba? Bediüzzaman araştırmalarıyla tanınan Necmeddin Şahiner cevabını veriyor:
“Hayatının ta ilk günlerinden beri Urfa ile ciddi olarak alakadardı. Çeşitli vesilelerle hep Urfa’dan ve Urfalılardan bahisler açıyordu. Bu peygamberler şehrinden sitayişlerle söz ediyordu. Hele hayatının sonlarına doğru, bilhassa ömrünün son on senesinin başlangıç tarihi olan 1950 senesinden sonraki günlerde, buralardan ziyaretine gelenlere, kendisinin de yakında Urfa’ya geleceğini söylüyordu. Bir kısım eşyalarını ‘Ben de geleceğim’ diyerek hep Urfa’ya gönderiyordu.”
Artık göç davulu çalmış, son günleri olduğunu anlamıştır. Isparta’da ateşler içinde yatakta yatarken yanındakilere “Arabayı hazırlayın, Urfa’ya gideceğiz.” demişti ısrarla. Çaresiz 20 Mart Pazar sabahı 9’da Hüsnü Bayram’ın şoförlüğünde yola çıkılacaktı.
Hiç durmamacasına namaz araları hariç tam 20 saat süren bir yolculuktan sonra Gaziantep’e ulaştılar. Oradan ekmek alıp yollarına devam ettiler. (Bu arada Gavurdağı ilçesinin yanından geçerken isminin Nurdağı olarak değiştirilmesini söylemiş ve bir talebesi basit bir tahtaya bu adı yazıp bırakmış. İlçenin bugün ismi Nurdağı’dır.)
Bediüzzaman’ın mezarı 11 Temmuz’da böyle parçalanmış halde bulundu.
Tarih 21 Mart, öğle vakti. Otel? İpek Palas tavsiye edilir. Talebelerinin kolları arasında 3. kata çıkarılıp 27 No’lu odaya yerleştirilir. Ancak geldiği gizli tutulsa da Urfa dediğin küçük yer, haber kulaktan kulağa yayılır, binlerce insan otelin önünde birikir.
Bediüzzaman genellikle insanlardan kaçtığı, ilgiden rahatsız olduğu halde Urfalıları kabul eder. Elini öpmek için kuyruğa girerler. Talebeleri elini havada tutar, gelenler sırayla öpüp çıkar. Bu sırada İçişleri Bakanı Namık Gedik “Geri dönsün” emrini verir ama Urfalılar misafirlerini bulmuşken bırakmazlar. Olay büyür. Demokrat Parti il başkanı “Bediüzzaman’ı göndermeyiz, gerekirse ölürüz.” diye çıkışır emniyet müdürüne. Doktor da bir yere gidemeyeceği raporunu verir.
Ertesi sabah 3 civarında Bediüzzaman bitkin vaziyette yatmakta. Bir ara yanan dudaklarını ıslatır talebesi Bayram Yüksel. Lakin sabah namazına uyanmayınca anlarlar ki vefat etmiştir.
Hemen ertesi günü cenaze merasimi yapılır ve Dergâh’ta boş bir türbeye defnedilir. Ancak türbe 108 gün sonra yine boşalacaktır.
11 Temmuz günü askerî birliklerce mermerleri kırılan türbeden çıkarılan naaşın macerası, Bediüzzaman’a hayatında rahat vermeyenlerin, vefatından sonra da rahat vermediklerini gösteren hazin bir sayfa olarak tarihe geçmiştir. Ancak talebelerinden Hasan Feyzi’nin yıllar önce bir zehirlenme vakası üzerine yazdığı ‘mersiye’sinde dediği gibi, “Gel biz seni, Risale-i Nur tercümanı şahsiyeti ile ruhumuza gömelim. Her zaman seni orada görelim, Görüşelim.”
O, şaşaalı türbelere değil, eserine gömülen adamdı. İhlas sırrı burada da tecelli etmişti. Bu ihlasla o Türkiye’nin havını tersine taramıştı.
Açıklama: Bir CHP milletvekili şahsıma hakaret etmiş, bu haber de bir editöryal dikkatsizlik sonucu zaman.com.tr’de yayımlanmış. Uyarımız üzerine kalktı. Yönetimdeki arkadaşlar da arayarak üzüntülerini belirtti. Milletvekiline gelince, cevap vermek isterdim ama Bediüzzaman’ın ihlas sırrını zedelerim endişesiyle vermiyorum.
22 Mart 2015, Pazar