Bir arayıştır Halide Edip
Halide Edip Adıvar genellikle Vurun Kahpeye ve Sinekli Bakkal adlı romanlarıyla okul yıllarından aşinası olduğumuz bir edebiyatçımız.
Belki de bu yüzden onun ders kitaplarından tanıdığımız, başını uzun bir tülbentle yarım örtmüş olduğu fotoğrafının zamîrine nüfuz etmek kolay olmamıştır bizim için. Malûm, ders kitaplarının soğukluğu beraberinde birçok önemli noktaya karşı kör ediyor gözlerimizi.
Halide Edip, gerçekten de sıradışı bir aydın. Çocukluğunda Amerikan Koleji’nde eğitim görmüş; İngilizce yanında Arapça ve Kur’an-ı Kerim dersleri de almıştır. Bir yandan İtalyan sahne sanatkârlarından piyano çalmayı öğrenirken, diğer taraftan Filozof Rıza Tevfik’ten divan edebiyatı, halk edebiyatı ve Fransızca okumuştur. Hıristiyanlığa ve Budizme merak salan, Ömer Hayyam’ın etkisinde kalan (Gariptir Hayyam’ı Fitzgerald’ın İngilizce tercümesinden okumuştur) ve fazla derinlemesine olmasa da, farklı tesirlere açık bir zihne sahip bulunan Halide Edip’in iki kocasının da (Salih Zeki ve Adnan Adıvar) ciddi birer ilim adamı ve aydın olmaları ilginç birer dönemeç teşkil etmektedir hayat hikâyesinde.
Nitekim önce İngilizce yayınlanan Sinekli Bakkal’da (1936) (The Clown and His Daughter, 1935) bu geniş etki yelpazesinin, onun oluşturmaya koyulduğu biraz karmaşık; ama her hâlükârda “yerli” sentezin teşekkülünde oynadığı rol bariz bir şekilde görülmektedir; özellikle de vahdet-i vücûd’dan başlayıp nirvana’ya kadar sıçrayan o ünlü “şeytan” tartışması sahnesinde…
Ruşen Eşref’in Diyorlar Ki’sinde, hemen bütün üdebâmız sözbirliği etmişçesine Halide Edip’in dilinin kusurlu, cümlelerinin düşük ve arızalı olduğunu söylerler. Romancı olarak belli ki, inkâr edemedikleri bu ateşin hanımefendiyi bozuk Türkçesinden yakalayıp hırpalıyor Ruşen Eşref’in misafirleri; hatta Ruşen Eşref’in kendisi de! Gerçi dünya edebiyatında da dili kötü kullandığı halde romancılığıyla şöhret bulmuş imzalara rastlanır; ama Halide Edip’in dilinin, gerçekten de o dev edebiyatçılar nesli içinde sırıttığı ortadadır. Bu vâkıa, günümüzde Halide Edip’i güzel Türkçeye nümûne olarak okutan bizler için şaşırtıcı da olsa başka bir gerçeği işaret ediyor bana göre:
Dil zevkindeydi tereddiyi…
Elimde Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri (İstanbul 1956) adlı eseri var Halide Edip’in. Bu kitabında da aynı çeşitlilik ve sentez arayışının işaret taşlarını görmek mümkün: Aynı zamanda dilindeki arızaları da.
İlginç bir bağlantı: Kitap Rauf Orbay’a ithaf edilmiş. Acaba Cehennem Değirmeni’nde beraber öğütüldüklerini düşündüğü için mi konmuştur bu ithaf? Ardından Edmund Burke’den yaptığı, toplumun sadece yaşayanlar arasındaki değil, ölmüş ve gelecekte doğacak olanlarla yaşayanlar arasındaki bir sözleşme olduğunu vurgulayan iktibas geliyor. Bu, açıkça döneminde esmekte olan geçmişin reddi fırtınasına verilmiş ince ve usturuplu bir cevaptır.
Bütün bir Batı medeniyeti tarihini inceledikten sonra sözü Türklerin tarihine getiren Halide Edip, sonunda Osmanlı Devleti’nin yeni bir portresini çıkarmayı dener. Mesela George Young’dan aldığı şu cümle yeterince çarpıcıdır: “Osmanlı İmparatorluğu’nun geçen asra kadar hariçten görünüşü istibdada dayanmakla beraber, temelleri demokrasi idi, Türk, mizacı, ananesi ve terbiyesi itibariyle Latin’den ve Yunan’dan daha âdil idi.”
Ya “siyasî, iktisadî ve askeri bakımdan bir Türk-Arap İttifakı”nın her iki taraf için de “sağlam bir kuvvet membaı” olabileceği yolundaki şaşırtıcı düşüncelerine ne demeli? Keza İttihad ve Terakki devrinde vakıf mekteplerinin Maarif’e devrine karşı çıkarken yaptığı eleştiriler, bence Sultanahmet Meydanı’nda çarşafıyla yaptığı konuşma kadar önemlidir. Aynı şekilde Ziya Gökalp’in o ünlü vecizesi, “Fert yok, cemiyet var. Hak yok, vazife var”ı eleştirisi de bu anlayışın diktatörlüğe açık bir çağrı olabileceği endişesiyle kaleme alınmıştır.
Hindistan’da Muhammed İkbal’le bir toplantıda tartışmaya girmiş olan (bu konuyu ileride anekdot olarak size aktaracağım) ve Arnold Toynbee ve Cemal Paşa’dan Walter Lipmann’a kadar çok geniş bir siyasî ve entelektüel ilişki ağının ortasında durur Halide Edip. Hayatı da bir statükocunun yeknesak hayatı değildir. Mandacılıktan Turancılığa, Nazi düşmanlığından Ermeni soykırımını lanetlemeye kadar hep uçlarda dolaşır o; arar.
Halide Edip Adıvar’ı Vurun Kahpeye’si ile değil, belki Mor Salkımlı Ev’i ile hatırlamak yarının araştırmacı ruhlarının önüne daha verimli kapılar açacaktır.
27 Mart 1998, Cuma