Bir zamanlar bürokrasimizin sürgün diyarı olan kuş uçmaz kervan geçmez beldemiz Cizre, maalesef 90’lı yıllardan beri terör olaylarıyla gündeme gelmekte ve bu gündeme geliş giderek artan bir ivmeyle artarak devam etmektedir. Oysa mümkün olabilse soğukkanlı bir bakış Cizre’nin renkli tarihine de dürüstçe bakma imkânını verebilirdi.
Ancak 12 Eylül’den sonra başlayan devletluların ‘Kart-Kurt’ gevelemeleri, Kürtlerin aslında yoldan çıkmış ‘özbeöz Türkler’ oldukları hatta Türklerin dağda kalanlarına Kürt denildiği gibi aklın almayacağı lüzumsuzlukta lafazanlıklarla nice vakitler harcandı. Kimlik kartında “doğum yeri Cizre” yazan benim gibi etliye sütlüye karışmaz vatandaşlar bile polislerimizin muhtelif işgüzarlıklarına muhatap oldu, bir kenara çekilip ismi ‘sistemden’ sorgulanabildi.
Bu barbarlık ortamından tarih de nasibini alacaktı elbette. Nitekim otomatik abdest alma makinesi gibi icatlarıyla bilim alemine tanıtılan Ebul İz el-Cezerî gündeme geldi ama Cizreli olduğu her nedense gizlendi. “Mem u Zin” toplatıldı, çevirmeni M. Emin Bozarslan’a dava açıldı ve daha niceleri… Ben Cizre tarihinin üzeri sadece Ulucami’nin çifte ejderha figürlü muhteşem kapı tokmağındaki güzelliğe inhisar ettirildi ama o da yerinde bırakılmayıp Türk-İslam Eserleri Müzesi’ne götürüldü diyeyim de siz anlayın gerisini.
İşte genel Osmanlı tarihlerinde gözden kaçırılan bir tarih hazinesinin gizli olduğu Cizre böyle böyle teröre, silahların gölgesine terk edilirken son aylarda PKK’nın kanton denemeleriyle gündeme geldi. Medeniyeti ve mirasıyla gündeme gelmesi beklenirken hem de… Derken operasyonlar, sokağa çıkma yasakları ve temizlik…
İyi de zihinlerimizdeki temizliği nasıl yapacağız? Mevcut tarih eğitimiyle, ne eğitimi, mevcut tarih öğretimiyle ve ezberciliğiyle Cizre’yi ana tarihe nasıl eklemleyebileceğiz? Cizre’deki çocuğun gözlerini nasıl yapıp da yalnız patlayan bombaların ışığına mahkûm olmaktan kurtaracağız? Silahla yapılamayacak şey, tarih entegrasyonudur ama bu sadece “biriz, bütünüz vs.” demekle olmuyor, bu bütünlüğü tarih öğretimiyle de somut olarak ortaya koymamız gerekiyor.
Unutmayalım ki Cizre sadece Cizre’deyse yandığımızın resmidir. Cizre her yerde olmalı. Tıpkı İstanbul’un, Bursa’nın, İzmir’in, Ankara’nın 780 bin kilometrekarenin her noktasında var olması gibi Cizre’yi de ortak hafızamıza taşıyamıyorsak zihnen zaten bölünmüş sayılırız. Sınırların bölünmesi neticede uluslararası bir meseledir ama zihnî bölünme beraberlik içinde aşılabilir.
Bir siyasetçiye –şimdi mühim bir mevkide bulunduğu için izninizle ismi bende mahfuz kalsın- ders kitaplarına Kürt tarihinin girmesi gerektiğini teklif ettiğimde neden bir duvara toslamış olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. “Henüz çok erken” demişti. Hayır, çok geçti ve her dakika biraz daha gecikiyoruz.
Buna hazır olmalıyız vakit varken. Kürt dili ve edebiyatı üniteleri de edebiyat kitaplarına mutlaka girmeli. Buna da hazır olmalıyız. Kürt edebiyatının antik Yunan edebiyatı kadar değeri yok mu yoksa bizim için? Yoksa zaten iş bitmiştir, paydos! Varsa buyurun yapın haritamız yırtılmamışken.
Diyarbekir Kürt-Türk
kardeşliğinin sembolüydü
İşte Yavuz Sultan Selim Kürtleri Osmanlı Devleti ile bütünleştirmek için bir proje yürütmüş ve asırlarca bu projeyi başarılı bir şekilde yürütmüştü. Büyük devlet büyük düşünür ama sadece konuşmaz, yapar!
Kürt beylerinin Osmanlı ile ilişkileri daha II. Bayezid zamanında başlamıştı. Çaldıran’dan önce bazı ilişkilerin varlığını biliyoruz. Nihayet Yavuz’un Çaldıran’da Şah İsmail’in yenilmezlik efsanesine son vermesi üzerine rahat bir nefes alarak Osmanlı’ya yaklaşmaya başlayan Kürt beyleri, otorite boşluğundan yararlanarak Diyarbakır’ı ele geçirmişlerdi. Şah İsmail pes etmeyip şehri geri almak için beylerinden Karahan’ı Diyarbakır’ı almaya gönderince Kürt beylerinin önünde tek seçenek kalmıştı: Osmanlı’dan yardım istemek.
İşte Osmanlı-Kürt ilişkilerinde düğüm noktası, bu işbirliği, yani ortak Diyarbakır savunması olacaktı. Osmanlı ordusuna kapılarını sonuna kadar açan Diyarbakırlılar, fırsat bu fırsat dağlık bölgelere yerleştirilen Şah İsmail’in adamlarını temizliyorlardı. Böylece daha önce kaptırdıkları pek çok kaleyi geri alabildiler. Ne de olsa bölgede arkalarını yaslayabilecekleri bir büyük güç vardı artık.
Sonrasında olaylar şöyle gelişti:
Şerefname’ye bakılırsa Yavuz İstanbul’a dönmeden önce bölgedeki Kürt beyleri İdris-i Bitlisî’yi kendisine yollayarak Safeviler tarafından ellerinden alınmış bulunan toprakları üzerindeki veraset haklarını yeniden tanımasını istediler. Sadakatleri karşılığında Şah İsmail’in Diyarbakır’a vali tayin ettiği Karahan’ı kovmaları için içlerinden birini beylerbeyi atamasını rica ettiler. Ancak Osmanlı’da devlet işlerinde vefa olmaz; liyakat ve güven esastır.
Yavuz, Bitlisli İdris Bey’in de tavsiyesi doğrultusunda hareket etti ve içlerinden birini değil, güvendiği adamlarından Bıyıklı Mehmed Paşa’yı beylerbeyi olarak başlarına atadı. Sonunda Osmanlı birlikleri, Kürt aşiret askerleriyle el ele vererek Kızılbaşları yenilgiye uğrattılar.
Artık bölgede Osmanlı egemenliği büyük ölçüde tesis edilmişti. Şimdi sıra bu egemenliği kalıcı bir barış ortamına çevirebilmeye gelmişti.
Nihayet o fırsat da 1515 yılında doğdu. İdris-i Bitlisî, Yavuz’un verdiği yetkilere dayanarak Safevilere karşı Osmanlılar ile işbirliği yapmış olan Kürt beylerini vali olarak atamış, üstelik onlara, valiliğin babadan oğula geçmesi gibi benzeri pek görülmemiş bir ayrıcalık tanımıştı. Oysa Akkoyunlular ile Safeviler tam tersi bir politika takip etmişler ve bölgeye, ellerinden geldiği kadar Türk kökenli valiler atamışlar, Kürtlerin nüfuz ve gururlarını kırmayı birinci mesele saymışlardı. Osmanlı Devleti’nin kendine güven farkı ortaya çıkıyordu.
Osmanlılar kendilerine yardım etmiş bulunan itaatkâr Kürt beylerini ödüllendirmekle kalmıyor, Sünni Kürtleri geleneksel aristokratik ayrıcalıklarını yeniden tanıyarak rahatlatmış ve sadakatlerini sağlamlaştırmış oluyorlardı.
Cizre beyleri
Osmanlı Devleti’nin farklılıklara ne kadar açık ve çoğulculuğa ne kadar müsait bir zemin oluşturduğunun bir belgesi olarak özerk bir yönetime sahip Kürt beylikleri içerisinde Cizre Beyliği örnek olarak verilebilir.
İdris-i Bitlisi, Çaldıran’dan sonra İmadiye, Hizan, Bitlis ve Cizre’deki Kürt beyleriyle görüşerek onlara Osmanlı hakimiyetini kabul ettirdi ve hatta Bohtan emirliğinin “hükümet-i Cezire” olarak bile adlandırıldığı oldu. Çünkü Cizre emirliği Safevilerle ilişkilerde hep Osmanlı tarafında yer almış ve onu desteklemişti. Yani Osmanlı’nın gözünde güvenilirdi.
Şah İsmail’e karşı büyük bir mücadele vermiş olan Cizre Beylerinden Emir Şeref’in adil idaresinden sonra –ki menkıbeleri asırlarca Cizre’de söylenmiş- anlaşmak için Şah Ali Şah İsmail’in yanına gidecek ama hapsedilecek ve canını zor kurtaracaktır. Artık Osmanlı’dan başka sığınacağı melce kalmayan Şah Ali de Bitlis Emiri aracılığıyla himaye talep edince Osmanlı ona kanatlarını açacak ve arkasından diğer Cizre beylerinin Osmanlı’ya hizmetleri gelecektir.
Mesela Emir Muhammed, Lala Mustafa Paşa’nın Şark seferine katılacak ve Kafkasya’da bir Osmanlı olarak şehit olacaktır. Oğlu İstanbul’a gönderilecek ve Cizre beyi olarak dönecek (1578), o da Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Kafkas seferine katılacaktır.
Böylece 1627 yılına kadar devam eden Cizre Beyliği’ne nihayet IV. Murad devrinde son verilecek ama tam 427 yıl boyunca bölgeyi idare ederek çok önemli bir gerçeğin altı çizilecek, Osmanlı Devleti’nin tebasına sadakat, liyakat ve ehliyet açısından baktığının canlı bir misalini teşkil edecektir.
4 Ekim 2015, Pazar