İslâm insanı ve mekân

İslâm insanı ve mekân 
Çağımızın büyük filozoflarından Martin Heidegger’in son derece çarpıcı bir yazısı, ‘İnşa Etmek, İkamet Etmek ve Düşünmek’ başlığını taşır. Bu yazıda Heidegger, yüzyıllardır Batı felsefesinde ihmal edilmiş, unutulmuş bir geleneğin altını çizer. İnşa etmek ve düşünmek eylemleri Varlık’ın birbirine bitişik, ayrılmaz eylemleri iken Eflatun’dan sonraki Batı felsefesinin içerisine sıkıştığı kavramsal düşünme biçiminde birbirinden kopmuş, böylece çarpıtılmış ve anlamsal bütünlüğünü yitirmiştir. Her iki eylem, farklı alan ve disiplinlerin sınırları dahiline kapanmış, adeta uzun bir süre ‘kendi işlerine dalmış’tır. Oysa ikisi de ‘oturma yeri’nin (ikametgâh) parçası olup; ancak onunla anlamlı bir birliğe kavuşabilir. Ancak ikametgâh sayesinde birbirini dinleyebilir ve parçalanmadan önceki tamamiyete erişebilir onlar.

İnsanın en temel eylem biçimlerinden olan oturmak, onun mekânla kaynaşma noktalarını pekiştirmesi ve zenginleştirmesinin yolunu açar. İnsanın varlığına bir düzlem kazandırır. Varlığının, yaşadığı mekâna akışına imkân hazırlar.

Varlık mekâna nasıl akar peki?

Bir antropolog, incelediği yerlilerin eşya ve mekânla kurdukları derunî bağlantıyı göz önünde tutarak şöyle demişti: “Eşya ve mekân onlarla âdeta konuşmaktadır.” Mekânın insanın dünyasında bu derece derinlikli bir yer işgal edişinin sebepleri arasında mekânla kurduğu münasebetler önemli bir yer tutmaktadır. İnsanın mekânla iki tür temel münasebet kurduğu gözümüze çarpar: Hareketli, göçebe kültürlerin mekâna bakışları ve kalıcı, yerleşik kültürlerin mekâna bakışları.

Moğollar’ın bir şehrin surları içine girmeyi reddetmeleri, hatta ısrarla işgal ettikleri şehirlerin surlarını yıktırmaları, bu hareketli, açık tabiat görüşüne sahip insanların mekânla sonsuz bir yeknesaklık (eşitlik) içinde münasebette bulunduklarını gösterir. Mekân, onlar için belirli noktalara inhisar ettirilemeyecek kadar ebedî, mutlak bir gerçekliktir.

Oysa yerleşik kültürlerde mekân ancak daraltılırsa, etrafı surla yahut çitle çevrilirse (Roma’daki ilk yerleşmenin ‘Roma Quadrata’ etrafının çitle çevrili olduğunu hatırlayalım) bir anlam taşırdı. Sonsuz mekân fikri, özellikle kutsalın tecelli edeceği mahal açısından sakıncalıydı. Belirli bir mekân kutsal için seçilmeli ve kutsalın ruhunun oralarda esmesine izin verilmeliydi. Sur yahut çitlerin dışı, bu sınırlanmış kutsalın haricinde kalan bütün bir dünya, korkutucu, dizginlenemez şer güçlerin alanıydı. Öyleyse insan mekâna var gücüyle sahip çıkmalı, onu en sağlam malzemeyle kurmalı, kutsalı ebediyete taşımalıydı. Bu malzeme, tarih boyunca taş olmuştur. Taş ve et, yeryüzünde kutsal adına muazzam mimari eserler dikilmesinde en önemli ögeler olagelmiştir.

İslâm’ın özellikle de Osmanlı’nın bu çerçevedeki yeri her zaman olduğu gibi ‘ortada’ olmuştur. O, bir yandan kutsala belirli mekânlarda en kalıcı yapılar adamaya devam ederken (Yahya Kemal’in deyişiyle “Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı” / Süleymaniye’de Bayram Sabahı), kutsallığı sadece belli noktalara inhisar ettirmeyip belki daha gevşek, daha az yoğun bir şekilde onun sivil doku içerisinde de ‘bir sis gibi’ devamını arzu etmiştir.

Bir Osmanlı şehri , örneğin İstanbul, belirli kutsal mekânların etrafında (örneğin Eyüp Sultan) teşekkül etmiş mezarlıklar, tekkeler, medreseler ve iç içe yaşadığı fâniliğin sembolu olan ahşap yapılar içerisine serpiştirilmiş yatırlar, kitabeli çeşmeler, hazireler, makamlar ile kalıcılık ile fânilik, mekâna bağlılık ile ondan her an kopabilme yeteneğini son günlerine kadar yaşatmayı bilmiştir. Mevlânâ’nın diliyle söylersek, ‘direği yelden yapı’lar olmuştur hep ahşap evlerimiz.

Bir Müslüman için mekân, ancak âhiretin tarlası olduğu ölçüde anlamlıdır. Bu yüzden ahşap evin geçiciliği, öbür yandan kutsal mekânların kalıcılığı, bir İslâm şehrinin morfolojisindeki en temel noktaları oluşturmaktadır. Bu diyalektik ilişki İslam şehrinin dinamiğini oluşturur.

Bunu tasavvuf diliyle, “Bu dünyada ol, fakat bu dünyadan olma!” diye dile getirmiştir sufiler…

Bir cevap yazın