• Home
  • Genel
  • ‘Osmanlı sevinci’ bir daha yaşanabilir mi?

‘Osmanlı sevinci’ bir daha yaşanabilir mi?

‘Osmanlı sevinci’ bir daha yaşanabilir mi?
Nietzsche’nin Zerdüşt’ü antik peygamberden çok modern bir bilge ve kâhindir. Nitekim onun bir keresinde şöyle dediğini okuruz Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten:
“Tek bir sevince ‘Evet’ dediğiniz oldu mu hiç? Ah, dostlarım, o zaman her üzüntüye de ‘Evet’ demişsinizdir. Her şey birbirine dolanmış, düğümlenmiş ve kenetlenmiştir. Bir kez bile bir şeyi iki kez istediyseniz, ‘Mutluluk, beni memnun et! Kal biraz!’ dediyseniz, o zaman her şeyi geri istemişsinizdir… Çünkü her sevinç ebediyet ister.”
Burada tekrar yaşanması ve ebedileştirilmesi istenen “sevinç” kavramı üzerinde -Nietzsche’nin sözlerinin bağlamıyla oynamak pahasına- durmak istiyorum.
Tıpkı bireysel hafızamızda olduğu gibi toplumların ortak hafızalarında da Faust gibi ‘Dur, geçme sakın’ diyecekleri sevinçli anlar bulunması ve onların, zaman geçtikten sonra yeniden hatırlanması, salt bir tarihçilik zanaatıyla sınırlanamayacak kadar geniş bir anlama sahiptir. İnsanlar gibi uluslar da sadece hayal ettikleriyle değil, ‘garip anlarda’ hafızadan içeri süzülen anılarla da yaşar. Bu anılar içindeki bazı sevinçlerin yeniden yaşanması, o sevinçlerin sonsuzluğun boynunda pırıldaması ve kaçınılmaz kaderimiz olan ölümün karşısında bunun bir direnç hattı oluşturması istenir. Yuvarlak yıldönümleri, zafer kutlamaları, anma toplantıları, heykeller, anıtlar bu ulusal sevincin ebedileştirilmesi amacına hizmet eder.
Osmanlı sisteminin İslam hukukunda ve pratiğinde kaynağını bulan; ama kendi çağının şartlarına göre uyarlamayı başardığı ‘birlikte yaşama modeli’nin son yıllarda giderek daha sık ve yaygın bir şekilde hatırlanmaya başlanması, bir kutlama şeklinde olmasa bile, geçmişin bazı sevinçli anlarının bir kere daha yaşanabileceği umudunun kabarmasına yol açmaktadır.
Westfalya damgasını taşıyan mevcut ulus-devlet temelli siyasal yapılanmanın azınlık haklarına tecavüzden ırkçılığa, soykırıma, din savaşları ve xenephobia’ya kadar varan ürkütücü boyutları, buna mukabil, dünyanın giderek daha yüksek dozlarda kozmopolitizm ve çok kültürlülük içeren bir evreye açılması, günümüz yönetimlerini çözümü maharet isteyen bir pozisyona sürüklemektedir: Homojen bir kültür ve egemen bir dil, hatta monolitik bir yasal çerçeve, giderek artan bu çeşitliliği göğüsleyebilecek kudrette midir? Farklılıklar artarken, ulus devletler hâlâ tekbiçimli yapılanmalar olarak kalabilecekler mi? Yoksa onlar da bu artan çoğulluğa ayak uydurabilecekler mi? Uyduracaklarsa yeni ortaya çıkacak siyasal yapılar nasıl bir egemenlik paradigmasına dayanacaktır? Uyduramayacaklarsa göçler ve giderek ayrımlaşan hayat tarzları bu ulusal şemsiye altında daha ne zamana kadar kalabileceklerdir?
‘Osmanlı millet sistemi’nin günümüzde yeniden hatırlanıyor ve tartışılıyor olmasının bu siyasî arka planda ele alınması gerekli. Ancak bu modelin yeniden gündeme geliş sebebinin modern gelişmeyle sınırlı olmadığını da biliyoruz. Çünkü Will Kymlicka gibi çokkültürlülüğün sancılarını Kanada’yı model alarak tartışan liberal teorisyenler bile Osmanlı modeliyle bir hesaplaşma gereğini duyuyorlarsa, sözünü ettiğimiz ‘millet sistemi’nin en azından çokkültürlülük tartışmaları bağlamında tarihî bir referans noktası işlevi görebileceğini söyleyebiliriz.
Osmanlı modelinin hatırlanmasındaki üçüncü faktörün postmodernizm veya 11 Eylül 2001’den beri çoğunlukla onun yerine kullanılır olan küreselleşme olduğunu düşünüyorum. Modern dilin içine sızmış bulunan Ortaçağ tortusu sebebiyle ulus-devlet (veya modern) öncesi unsurlar, geçmişin farklı din ve uygarlıklara sahip imparatorluk deneylerine (mesela Çin ve İslam imparatorluklarına) örtük veya açık bir önyargıyla yaklaşıyor ve bu tortuların secularization’uyla da onları modern-öncesi ve köhnemiş oryantal yapılara indirgiyorlardı. Osmanlı’nın çöküşü yahut Doğu Despotizmi şablonlarının yaygınlığı hatırlanınca bu önyargıların, gerçeğin önünde ne kadar kalın bir perde oluşturduğunu fark edebiliriz. Postmodernizmin ve küreselleşmenin etkisiyle modern yapılar da hızla kırılmaya uğrayınca, zihinlerdeki yargı ve izlenimler değişime uğruyor ve geçmişin imparatorluk yapılarına farklı bir gözle bakma ihtiyacı duyuluyor.
Hele ‘küresel tarih’ gibi bir yeni tarih dalının, bugünkü küreselleşmenin geçmişteki başlatıcı ve sürdürücü aktörlerini tanımak bakımından önemli bir merhale olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan Çin’in 15. yüzyılda dünyanın süper gücü olduğu tezinin veya Cengiz Han’ın en büyük küreselleşmeci lider olduğu iddiasının hararetli tartışmalara açılması anlamlıdır. Böylece Eski Dünya’ya mensup küresel aktörlerin bir zamanlar ulaşmış oldukları etkinlik düzeyi ve derecesi ortaya konulurken, aynı zamanda etraflarındaki dünyayı bir karadelik gibi nasıl içlerine aldıkları ve yüzyıllarca bu farklı bünyelerle beraber yaşayabildikleri de büyük bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır.
Nitekim Leslie Pierce’in bir tür alan çalışması sayılabilecek Morality Tales’i Gaziantep (‘Ayntab) vilayetinin Memluk Devleti bünyesinden Osmanlı Devleti bünyesine geçerken hangi süreçleri izlediğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bir ABD üniversitesinde yapılan bu çalışma, hayranlık verici bilimsel titizliği ve sağlam metodolojisiyle göz doldururken, aynı zamanda ‘Neden Gaziantep?’ sorusuna da cevap aramaya kışkırtmaktadır okuyucuyu. Ve neden iki imparatorluk sınırındaki bu ‘Ortadoğu’ şehri bir Amerikalı akademisyeni böylesine cezbetmiştir?
Böyle denilebilirse ‘Osmanlı sevinci’, yalnız Türkiye’ye değil, dünyaya da nasıl bir ışık düşürebilir? Onu hatırlamanın akademik bir kaygının ötesine taşması ve günümüze bir mesaj vermesi ya da Caroline Finkel’ın sözünü ettiği anlamda ‘Osmanlıların geri getirilmesi’ mümkün müdür?
Sevincin ebedileşmek istediğinden söz etmişti Nietzsche. Ve sevince evet diyenlerin aslında üzüntüye de evet demiş olduklarını söylemişti ironik bir dille. Günümüzün sevinçlerine ‘Evet’ demenin aynı zamanda onun üzüntülerine de ‘Evet’ demek anlamına gelmemesi için tarihin hatırladığı evet ve hayırları iyice dinlemek ve ders almak gerekir. Buna bugün fazlasıyla ihtiyacımız var. Çünkü insanlık daha fazla üzülmek istemiyor. Sevinci ebedileştirmek istiyor. Sorumuz şu: Osmanlı’nın sevinci, ortak hafızamıza nasıl taşınabilir? m.armagan@zaman.com.tr

01 Temmuz 2007, Pazar

Bir cevap yazın