• Home
  • Genel
  • “Türk hukuk devrimi” kimin eseri?

“Türk hukuk devrimi” kimin eseri?

“Türk hukuk devrimi” kimin eseri?
Bugün Türk Medeni Kanunu’nun kabulünün 82. yıldönümü. Nutuklar atılacak, törenler, paneller vs. yapılacak ve laik hukuka geçişimizin, modern hukuk sistemimizin önemi üzerinde durulacak.
Ben ise sormaya devam ediyorum: Bu yalanlara daha ne zamana kadar tahammül edeceğiz sevgili halkım? Ne zamana kadar kös kös dinlemeye doyamayacağız?
İşte önümde TBMM Başkanlığı tarafından 1998’de 2. baskısı yayınlanan “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı” başlıklı resmî kitaptan Cumhuriyet’in ilk hükümetleriyle ilgili birkaç rakam:
Mesela 6 Mart 1924’te kurulan ikinci İsmet Paşa kabinesi güvenoyunu kaç oyla almıştı dersiniz? İşte rakamlar: Üye tam sayısı: 287. Kabul edenler 0, reddedenler 0. Siz de benim gibi şaşırdınız değil mi? Bir resmî yayında hükümetin kaç oyla güvenoyu aldığı yazılı değil. İnanmazsanız sözünü ettiğim kitabın 53. sayfasına bakın (kitabın tam metni TBMM sitesinde mevcut). Asıl büyük devrimleri yasalaştıracak olan bu mecliste İsmet Paşa’nın kaç oy aldığını Rauf Orbay’dan öğreniyoruz: Sadece 148 oy. Şerafettin Turan ise 145 rakamını veriyor. Birinci veride 139, ikincisinde ise 142 milletvekili yine İsmet Paşa’yı istememiş, üstelik oturuma bile katılmamış. (367 tartışmalarını yapanların kulakları çınlasın!) Ne var ki, asıl ilginç değişiklik, Adalet Bakanlığı’nda gerçekleşmiş ve daha bir hafta önce Halifeliğin kaldırılması için kürsüde “Hilafet diye diye battık!” nutuklarının en parlağını atan Adalet Bakanı Seyyid Bey, Hilafet kaldırıldıktan sonra bir posa gibi kenara atılmış, kabine dışında bırakılmıştı.
Tıpkı “Batılı kanun resepsiyonu”nun bizlere “Türk Hukuk Devrimi” diye anlatılmasında olduğu gibi…
Neresinden tutalım ey dostlar! Türk Ceza Kanunu 1 Mart 1926’da kabul ediliyor, laik hukuka geçiyoruz, öyle değil mi? Peki İskilipli Atıf Hoca’nın, dünya hukuk literatüründe eşi menendi görülmemiş bir uygulamayla, tam 4 yıl önce yazdığı bir kitaptan dolayı 4 Şubat 1926 sabahı asılmasına ne buyurursunuz? Hukukun temel ilkelerinden olan ‘kanunlar geriye doğru işletilemez’ kuralına rağmen, olağanüstü yetkilerle donatılmış bir mahkeme tarafından idam edildiği tarihte TCK bile henüz kabul edilmemişti; yani Türkiye’de hâlâ Şer’î kanunlar geçerliydi!
Geçelim. Nereye? Türk Medeni Kanunu’na. Peki. Günün anlam ve önemi üzerine cilalı bir nutuk atmamı beklemiyorsunuzdur umarım. TBMM’nin 1996’da düzenlediği “Türk Medeni Hukuku’nun Kabulünün 70. Yılı” panelinde İsviçreli hukuk profesörü Pierre Tercier şaşkınlık içinde şunları söylüyor çünkü:
“Medeni Kanun ile Borçlar Kanunu esas itibarıyla İsviçre Medeni Kanunu ve Borçlar Kanunu’nun ilk iki kitabının çevirisidirler. Böyle yabancı bir mevzuatın toplu resepsiyonu (kül olarak alınması) durumlarının en şaşırtıcılarından biri gerçekleşmiş oluyordu.”
Birincisi, çeviridirler ve yeni bir hukuk sistemi yoktur ortada. İkincisi de devrimle alakaları bulunmamaktadır. Bir “reception”, yani olduğu gibi alma olayı vardır. Hatta Lilo Linke’nin “Allah Dethroned” (1937) adlı kitabında dediği gibi bir “evlatlık alma” (adoption) kararı bile denilebilir “hukuk devrimimiz” için.
“Türk hukuk devrimi” denilen ve 1928’e kadar devam eden Avrupa’nın çeşitli ülkelerinin kanunlarının çeviri veya uyarlama yoluyla “evlatlık alınması” sürecinin bizzat Lozan’da taahhüt altına alındığı genellikle gözden kaçırılır. ‘Lozan’da hangi taahhütlerde bulunduk?’ diye soranlar Lozan Antlaşması’nın arkasına eklenen “Yargı yöntemine ilişkin bildiri”yi okusunlar, yeter. İsmet İnönü, Rıza Nur ve Hasan Saka’nın imzalarını taşıyan bildiride “TBMM hükümeti, göreneklerde ve uygarlıktaki gelişmenin haklı göstereceği bütün reformları gerçekleştirmek için araştırma ve incelemelere girişmeğe hazırdır.” denilmekte ve şöyle devam edilmektedir:
“Türk hükümeti, beş yıldan az olmamak üzere gerekli göreceği bir süre için hizmetine derhal Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetindedir; bu danışmanları Tük hükümeti, 1914-1918 savaşına katılmamış ülkelerin uyrukları arasından Milletlerarası Adalet Divanı’nca düzenlenmiş bir çizelgeden seçecek ve bunlar Türk memurları olacaklardır.”
Bu mu bağımsızlık? Neyi taahhüt ettiğimize bir bakalım:
1) Hükümet en az 5 yıl süreyle, 2) “Derhal”, 3) Avrupalı hukuk danışmanlarını hizmetine alacak, 4) Yalnız bunlar savaşa katılmamış tarafsız ülkelerden seçilecek ve, 5) Milletlerarası Adalet Divanı’nın belirlediği bir listeden sadece ‘seçme hakkı’ bizde olacak, 6) Türk gibi muamele görecek, yani devlet memuru olacaklar ve maaşlarını biz ödeyeceğiz.
Bildirinin 2. maddesi ise büsbütün şaşırtıcıdır. Bu bir kısmı İsviçreli, Alman ve İspanyol tabiyetli danışmanlar İstanbul ve İzmir’de görev yapacak, hukuk reformları komisyonunun çalışmalarına katılacak, Türk hukuk, ticaret ve ceza mahkemelerinin işleyişini izleyecek, gerek gördüklerinde adalet bakanına rapor gönderecek, gerek mahkemelerin yönetimi, gerekse ceza ve kanunların uygulanması yüzünden doğabilecek şikâyetlere bakacaklardır.
Bu ‘gölge adalet bakanları’na, konutların aranması, araştırmaların ve tutuklamaların yol açabileceği şikâyetlere bile bakma hakkı tanınmıştır. Dahası, İstanbul ve İzmir’deki arama ve tutuklamalar (bunların azınlıklar ve İngilizler, Fransızlar gibi ecnebiler olduğunu anlamak için arif olmaya gerek yok) gerçekleşir gerçekleşmez “gecikmeden” bu hukuk danışmanlarına bildirilecek, o kişiyi tutuklayan yargıç, yabancı danışmanlarla bakanlığa başvurmadan doğrudan doğruya muhatap olacaktır.
Lozan’dan sonraki “devrimler”in kronolojisine baktığınızda bu yabancı danışmanların nasıl arı gibi çalıştıklarını görürsünüz. Bilal Şimşir’in ifadesiyle söylersek:
“Böylece Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonraki ilk beş yıl içinde Türkiye’nin laikleşmesi tamamlanmış oldu. Bu “beş yıl”, Lozan’da, Türkiye’ye “danışman” olarak kabul edilen yabancı hukukçuların görev süresine denk düşmektedir. Hukuk sistemini laikleştirince yabancı hukukçuların görev sürelerini uzatmaya artık gerek kalmamıştır.”
1923-1928 arasında tıkır tıkır maaşlarını ödediğimiz danışmanların tam beş yılın dolduğu tarihte gitmiş olmaları ve bu tarihte bütün hukuk sistemimizin değişmesi bir tesadüf olabilir mi acaba? m.armagan@zaman.com.tr

17 Şubat 2008, Pazar

Bir cevap yazın