Yahya Kemal ve son “Baba”: Abdülhamid
Oğulları (devrin aydınları) kendisine ne kadar isyan ederse etsin bilinçaltlarında II Abdülhamid, baba figürünü temsil ediyordu (neticede isyan; ancak evde bir baba varsa anlamlı değil midir?). Baba’nın tahttan indirilmesinin üzerinden 3,5 yıl geçmeden İttihatçıların gangster yönetimine ve 10 yıl geçmeden vatanın un ufak oluşuna tanık olmuş bu neslin dramını anlamak çok önemli.
Devrinde Cevdet Paşa, A. Midhat Efendi ve Tunuslu Hayreddin Paşa gibi birkaç istisna dışında anlaşılmamış, hemen bütün cephelerden oğulların amansız eleştirisine maruz kalmıştı Abdülhamid. O kadar ki, farklı açılardan baksalar da, ona karşı olmak noktasında, bugün birbiriyle uzlaşmaz kabul edilen Akif ve Bediüzzaman ile T. Fikret ve Abdullah Cevdet aynı saflarda buluşabiliyorlardı.
Henüz 19 yaşındayken bir bakıma Baba’nın “baskısı”ndan Paris’e kaçan Y. Kemal, ancak Baba iktidardan indirildikten sonra evine dönecektir. Paris’te müzmin muhaliflerin etkisiyle bilenen bilinci, Sultan’ı, annesi olarak kabul ettiği Vatan’a gayri meşru olarak el koymuş bir gâsıp gibi görmeye sevk etmiştir:
“Abdülhamid–i Sâni, eski bir Asya padişahının kıskanç hırsiyle memleketi bir zevceyi benimser gibi öyle benimsemişti ki yeni rûhlar [“oğullar”– M.A.], eski memleketin her şeyinden tiksinerek hârice fırlamak istiyorlardı.”
Annenin Vatan’ı tutkuyla sahiplenmesi karşısında, oğullar Baba’yı öldürmek için birleşirler ve onu annelerinden ayırmayı başarırlar. Muktedir Baba alaşağı edilmiş ama ne yazık ki, kısa zamanda oğulların “iktidarsız” oldukları da ortaya çıkmıştır:
“1908 İnkılabı oldu. Lâkin ortada iktidar mevkii yoktu. Olmadığı için de 1909’da bir askerî ihtilal çıktı ve Türkiye’de devletin muayyen bir şekli de kalmadı… [İttihatçılar] iktidar mevkiine tedhişten ibaret bir istinadgâh yarattı.”
Nitekim Baba’sız kalan neslin biçareliği ve iktidarsızlığı, İttihatçıların hızlı reislerinden Dr. Nazım tarafından, Cihan Harbi günlerinde Y. Kemal’e şöyle itiraf edilmiştir: “Hükumeti bırakmak istiyoruz, lâkin kime bırakalım, kime, söyle! Kime emniyet edelim de bırakalım? Hükumette zerre kadar gözümüz yoktur, halef görmediğimiz için zaruri katlanıyoruz.”
Yılgınlık, dirayetsizlik ve çaresizlik hakimdir ortama. Y. Kemal de, İttihad ve Terakki’nin tedhiş devleti karşısında bunalmış ve Baba hakkında yeniden düşünmeye başlamıştır.
1956–57’de yazmaya başlayıp da tamamlayamadığı “Her Gece Benimsin” adlı romanında bu sarsıntıyı çok çarpıcı bir şekilde dile getirir Y. Kemal. Roman kahramanı genç, Paris’te bir rüya görür. Caddeden geçen bir gazete satıcısının Fransızca “Sultan öldü!” diye bağırdığını duyunca ruhu sarsılır ve derin düşüncelere dalar:
“Demek Sultan Abdülhamid ölmüştü. Paris’e firar edenlerin; yurtta hürriyet isteyenlerin büyük kâbusu sağ değildi. Fakat şimdi ne olacaktı? Bunca yıldır vatanı her şeye rağmen bu hükümdar idare etmişti. Birçok kavimlerden ve dinlerden kurulmuş bir imparatorluğu, her şeye rağmen ayakta tutmuştu. Şimdi, iç ve dış düşmanların ayaklanmasıyla, vatanda kim bilir ne korkunç vak’alar olacaktı?”
Romandaki genç kızın, Paris’ten dönen gence, yani yazara Sultan’ı tahttan indirmenin tehlikeli olacağını söylemesi ve onu ikna etmesi de gösteriyor ki, “Her Gece Benimsin”de gençliğinin Baba’sı ile ilgili bazı yeni fikirleri işlemek istiyordu Y. Kemal.
“Son, başa döner”, derler. O Yahya Kemal ki, daha Paris’e gitmeden Baba’ya, sonradan gizlemeye çalışacağı bir medhiye yazmamış mıydı? 1957’den 1902’yi çıkartırsak 55 kalır. En az yarım asır gerekiyor galiba Baba’nın kadrini anlamamız için!
15.01.2002