Moral bakımından toplumumuz üzerinde yapıcı bir etki bırakmış olmasına rağmen insan kaynakları bakımından Çanakkale’de maruz kaldığımız aydın kıyımı, Türkiye’nin hala kurtulamadığı darboğazın en büyük etkenlerden biridir.
Kıyım diyorum çünkü iyi yetişmiş bir neslin bir yıl içinde toprağa verildiği bu savaş, Türkiye’nin kaderindeki bir kırılma noktasıdır. Esas olarak verdiğimiz kayıpların hatırı sayılır bir kısmı Sultan II. Abdülhamid döneminde binbir emekle yetiştirilen geleceğin aydınlarından oluşuyordu.
Şöyle bir rivayet vardır. I. Dünya Savaşı’nın çıktığını o zaman Beylerbeyi Sarayı’nda sürgün hayatı yaşayan Abdülhamid’e haber vermişler. Abdülhamid’in ilk sözü şu olmuş: ‘Eyvah! Gözbebeklerim gitti!’ Çünkü Abdülhamid’in arzusu, ülkeye savaşsız bir dönem yaşatarak nefes aldırmak ve gelecekteki insan kaynağının gümrah çeşmesini açık tutmaktı. Çünkü savaşlar devam ettiği sürece baba ile oğlun, dede ile torunun buluşması gerçekleşmeyecek, sağlıklı bir toplum işleyişi en başta demografik sebeplerle mümkün olamayacaktı. İlk defa onun 30 yıllık savaşsız iktidar dönemindedir ki (1897 Yunan harbi hariç), nesiller arasındaki o beşeri zinciri tekrar kurulabildi. Mesela fazla dikkat edilmez ama Abdülhamid döneminde hatırı sayılır bir nüfus artış hızına ulaşılmıştır. İşte artan nüfusun o devre göre hatırı sayılır bir kısmı yeni açılan okullarda eğitilerek modern bir devletin ihtiyacı olan kaliteli, yetişmiş insan gücü oluşturulmuştur.
Bir 1877 Meclisi’ndeki Müslüman milletvekilleriyle gayrimüslimlerin eğitim durumlarına, mesleki formasyonları arasındaki farka bakın, bir de 1908 Meclisi’ndeki duruma. Birincisinde gayrimüslimler ile Müslüman milletvekilleri arasında tahsil uçurumu varken ikincisinde bu fark kapanmıştır. 1908’e gelindiğinde modern eğitim sisteminden geçmiş, teritoryal bir vatan kavramı edinmiş, ülkenin sorumluluğunu üstlenecek kadrolar yetişmiştir artık.
SAVAŞ KAÇINILMAZ MIYDI?
Biz Çanakkale’de asıl Abdülhamid döneminde yetişmiş bu zengin kadroyu kaybettik. Bu büyük kaybın sonuçlarını 1950’lere kadar yaşadık ve hala da yaşıyoruz aslında. Bugün Türkiye’de şehirleşmenin çarpıklığı, bir şehir kültürü bulunmayışı, bir şehirli insan tipinin hala oluşamaması, nesiller arasındaki kültür aktarımının sağlıklı bir şekilde cereyan edememesi gibi sorunların temelinde o yetişmiş insan gücünün kaybedilmesinin yattığını düşünüyorum.
Çanakkale, elbette bizim kurucu kimliğimizin temel ve ayrılmaz bir parçası. Ama gerek sosyal maliyeti, gerekse yetişmiş insan kaynağı kaybı bakımından bu topluma çok pahalıya patlamış bir savaştır. Bir efsane gibi anlatılan Çanakkale Savaşı’nı kazanmak için hangi bedelleri ödediğimizi de görmek lazım artık. Çanakkale adeta kaçınılmaz bir deprem, bir afet olarak görülüyor. Önlenebileceği, savaşılmayabileceği akla dahi getirilmiyor.
Çanakkale Savaşı Türkiye için son seçenek değildi. Osmanlı belki de eninde sonunda savaşa girecekti. Ama bu şekilde mi girmesi gerekirdi? Bu tartışılır. Biz savaşa girmeden önce İngiliz, Fransız, Rus İtilaf Cephesi Almanlarla savaşa başlamıştı zaten. Biz henüz bu savaşın dışındaydık. Savaş 1914’ün baharında başlamıştı. Osmanlı savaşa ekim ayında girdi. Kimse bize saldırmadı bu süre içerisinde. Almanları tepeledikten sonra sıra bize gelecekti belki de. Ama ekim ayında henüz böyle bir savaş hali yoktu. Böyle bir durumun doğmasına sebebiyet veren, Enver Paşa’nın o gizli emri oldu. İki Alman gemisinin Çanakkale boğazından içeriye sokulup akabinde gizli bir emirle Rus limanlarının bombalatılması, bile isteye yapılan bir tercihti. Kaçınılmaz değildi. O kadar gizli bir emirdi ki bu, padişahın haberi yoktu, Sadrazam’ın, hatta Bakanlar Kurulu’nun da yoktu! Sadece 3 kişi biliyordu bunu; Enver, Talat ve Cemal Paşalar. Bu üçlünün Almanya safında savaşa girmek için yaptıkları operasyonla Almanya’dan 2 milyon altın teslim alınıyor ve sonucunda savaşa giriyorduk. İşte bu nokta kaçınılmaz değildi.
DAHA KÜÇÜK BİR DEVLET
Biz savaşa aktif değil de pasif bir savunma savaşı olarak katılsaydık ve en azından Misak-ı Milli gibi belirli bir hudut çizip bir B planıyla, daha küçük bir imparatorluk çerçevesinde örgütleyebilsek, muhakkak ki daha iyi koruyacaktık topraklarımızı.
Aslında Misak-ı Milli 1920’de aniden ortaya çıkmış bir plan değildir. 1914’te hem Türkçe hem Fransızca yayımlanan bir Osmanlı nüfus istatistiği hazırlanmıştır. Bunun amacı Müslüman Türk çoğunluğunun yaşadığı yerleşim birimlerinin tespitidir. Bu planın Misak-ı Milli haline gelmesi için 1919’a gelinmesi lazımdı.
Abdülhamid’in kafasında 2 aşamalı bir sınır projesi vardı. Bu, iki aşamalı bir plandı. Mevcut sınırlarımızı koruyabildiğimiz kadar koruyacağız ama içerdeki gayrimüslim unsurlar eni konu ayrılmak isteyeceklerdir. O zaman Osmanlı Müslümanlarının ağırlıkta bulunduğu ikinci direniş cephesine çekileceğiz. Balkanlarda üs olarak Arnavutluk muhafaza olunacak, Afrika’da ise Trablusgarp (Libya); güneyde Arabistan, Suriye toprakları, Araplar, Kürtler ve Türklerin yaşadığı yerler… Bu durumda küçük bir Osmanlı Devleti ortaya çıkacaktı.
Ama Dünya Savaşı’nda bütün ümidimizi Almanya’ya bağlamak bizi felakete götürdü. Almanya ile birlikte savaşa girdiğimizde Almanlar zaten yenilmeye başlamıştı. Tekrar ediyorum: Bu savaş kaçınılmaz değildi. Bu savaşın içine sürüklendik. Bunun hesaplaşmasını muhakkak yapmamız lazım.
Tabii ki 250 bin insan boşu boşuna zayi olmadı. Olmayabilir miydi? O göz bebeklerini kurtarabilir miydik? Onlar kurtulsaydı, daha sağlıklı bir yeniden yapılanma ile devletimizi kurabilseydik, muhakkak ki Cumhuriyet çok daha güçlü bir aydın kadroyla daha hızlı kalkınabilecekti. 1960’lardan önce gerçekleşecek bu gelişme ise bugüne çok daha zengin ve güçlü bir miras bırakabilecekti.
Çanakkale’nin bağımsızlık ateşimizin tutuşmasında çok kritik bir rol oynadığını elbette kabul ediyorum. Ancak bir olay, getirdikleri kadar götürdükleriylede değerlendirilmelidir. Bunu, Çanakkale’deki Mustafa Kemal’in ‘Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum’ sözlerinden çıkarabilirsiniz. Dikkat ederseniz aynı Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda bu kadar bonkör davranamamış, adeta tek bir erin bile kaybedilmemesine itina göstermişti. Çünkü Çanakkale’deki kayıpların ağır maliyetini ve insan kaynaklarını çökertici sonuçlarını Kurtuluş Savaşı’na başlarken görmüştü de ondan…
Çanakkale Savaşları’nda Osmanlı Devleti yetişmiş insan kaynağını, okumuşunu, aydınını, genç ve dinamik nüfusunu cephede kurban verdi. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin bugününe bile taşınan izler bıraktı
II. Abdülhamid’e, kayıpları öğrendiğinde ‘Eyvah! Gözbebeklerim gitti!’ dedirten Çanakkale Savaşı bir efsane gibi aktarılıyor. Ama 252 bin insanın zayi olduğu bu harp bize anlatıldığı gibi kaçınılmaz mıydı?
Kayıpların büyük etkisi oldu
Türk kuvvetlerinin Çanakkale Savaşları’nda 57 bini şehit, 100 bini yaralı, 10 bini kayıp, 21 bini hastalıktan vefat ve 64 bini ise hasta olmak üzere toplam 252 bin zayiatı vardır. Çanakkale Savaşları, Türk Ordusu’nu yıpratıp, Osmanlı Devleti’nin sayılı kaynaklarının belirgin ölçüde azalmasına neden olmuştu. Bu da savaşın genel gidişatı üzerinde olumsuz etki yaptı. Osmanlı Devleti’nin sınırlı askeri ve ekonomik kaynaklarının büyük bölümünü Çanakkale Cephesi’ne aktarmak zorunda kalması da diğer cephelerde savaşın kaybedilmesini kaçınılmaz hale getirmişti. Çanakkale Savaşı, aynı zamanda ekonomisi tarıma dayalı olan bir milletin, savaş sonrasında genç ve dinamik insan kaybı yüzünden, uzun yıllar verimli toprakların sürülüp ekilememesi neticesini verdi. Kurtuluş Savaşı arifesinde Anadolu’nun çorak ülke manzarasında dahi bu insan gücü kayıplarının yankısını duyarız.
Rejimi savunmak üçüncü sınıf insanlara kaldı
1920’lerin ilk yıllarında, Cumhuriyet’in kurucuları muhalifleri temizlediler, en hafifinden marjinalleştirip susturdular. Mehmet Akif, Mustafa Sabri Efendi, Rauf Orbay, Adnan ve Halide Edip Adıvar çifti gibi önemli aydınlar ülkelerini terk etmek zorunda bırakıldı. Ancak bir de bu süreç içerisinde kaybettiğimiz ve yaşasalardı 1930’ların aydın kadrosunu zenginleştirecek kayıp bir nesil vardı. Geriye kala kala bazı aydın taslakları kaldı. Düşünün ki, Cumhuriyeti ve rejimi savunmak Falih Rıfkı Atay’ın kalemine kalmıştı. Falih Rıfkı Atay’ın Osmanlı düzeninde esamisi okunur muydu? O büyük şairler, büyük yazarlar, hele kaleminden kan damlayan Süleyman Nazif’lerin yaşadığı bir camiada ona sıra bile gelmez ya da üçüncü sınıf bir yazar sayılırdı. Ama Çanakkale’de geleceğin aydın nesli tırpanlanıp entelektüel gelenek devam edemeyince cılız bir kadro kaldı geride. Dikkat edilsin: Cumhuriyet edebiyatının güçlü isimleri ya 1890’lar ya da 1900’lerde, yani doğrudan doğruya Abdülhamid’in okullarında okumuşlardır.
Yeni bir fikri hareketlenme için 1960’ları beklemek zorunda kalınacaktı. Yani 1915-1960 döneminin aydınları, I. Dünya Savaşı’ndaki o kayıp neslin bu tarafa düşen konfetileridir.