Çetin Altan’ın tarih sirki (2)
Çetin Altan, bazı “büyük” doğruları çok sık tekrar eden bir yazar. Fakat o kadar çok tekrar ediyor ki insan zaman zaman bu doğruların birer etiketten ibaret olup olmadığını merak ediyor. Mesela:
“Biz Türk cumhuriyetçileri, Osmanlı tarihinin boşluklarını, karanlıklarını, bilinmezlerini ve şimdiye dek kalıplaştırılmış abartmalı yakıştırmalarla şişirme yorumlarını, soylu bir akıcılığın, objektif bir bilimselliğin ve sağlıklı bir “doğruyu arama merakının” beyinsel ve evrensel terazisi içine oturtamadık.”
Bu pasajın bu kadar çok doğruyu ihtiva etmesi şüpheyi davet ediyor akla. Bunları okuyan bir insan ister istemez yazarından dile getirdiği ilkelere uymasını bekleyecek ve “objektif bir bilimselliğin ve sağlıklı bir doğruyu arama merakının” onun vazgeçemediği tutkular olduğunu düşünecektir.
Ama nafile. Geçen yıl 5. baskısını yapan “Tarihin Saklanan Yüzü” adlı kitabında bu ilkeleri çiğneyenin bizzat kendisi olduğunu görünce şaşırıyorsunuz. Şaşırmakla da kalmıyor, yazarın metninin kendi içinde bile bir tutarlılık sağlayamadığını gözlemliyorsunuz.
Kitabını “Osmanlı ailesinin… insanı dehşete düşüren kanlı bir antolojisi” olarak takdim eden yazar, objektifliğini daha 2. sayfada yitirdiğini ilan etmiş oluyor. Objektiflik ve sağlıklı bir doğruyu arama merakı, tarihe “kanlı bir antoloji” olarak bakmamayı gerektirir en başta; sebepleri, siyasi cinayetlerin ve hanedan içi öldürme hadiselerinin mantığını çözümlemeyi gerektirir. Hanedanın, aksi halde bir iç savaşta binlerce tebanın kanına mal olacak hadiselerin patlak vermesini önlemek, yani muktedir hanedanın kutsallığından kaynaklanan o ‘muazzam şiddeti’ topluma yansıtmak yerine kendi içine yöneltmesinin mantığını anlamaya sevk ederdi.
Ama Altan kendi ilkelerini çiğneme pahasına bu çetin göreve soyunmak yerine, eleştirdiği çevrelerin kolaycılığına bürünmeyi tercih ediyor. Kısacası, söyledikleriyle yazdıkları birbirini tutmuyor.
Ya kendi içindeki çelişkileri?
Açıyoruz 119. sayfayı ve şu cümleyi okuyoruz: “Üçü de (Nevşehirli İbrahim Paşa ve iki damadı– M.A.) boğularak cesetleri sarayın Alayköşkü tarafındaki duvardan isyancıların önüne atılır.” Aynı kitabın 250. sayfasında ise şunlar yazılı (Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı’dan aktarıyor, kendi metniyle çeliştiğinin farkına varmadan): “Cesetleri Alayköşkü duvarından dışarı atılmak istendiyse de sonra bundan vazgeçilerek, bir öküz arabasıyla At Meydanı’na yollandı.” Aynı olayda cesetler hem sarayın duvarından atılıyor, hem de atılmıyor! Bu da, objektiflik ve doğru tarihçilik oluyor!
Ve tarihlendirme çelişkilerine bir örnek: Sayfa 42’de Makbul (sonradan Maktul) İbrahim Paşa 15 Mart 1536’da, sayfa 205’te ise 9 gün önce, yani 6 Mart 1536’da boğduruluyor.
Nihayet “kulluk” meselesi. Altan, kitabının son kısmında (s. 241) Osmanlı halkının Osmanoğulları’nın kulları olduğunu söyleyerek kulluk kavramının anlamını vulgarize ediyor ve bir efendi–köle münasebetine indirgiyor. Oysa buradaki kulluk, kölelik anlamında değil, “yönetilen” anlamında bir siyasi–hukuki kategoridir. Bir sosyal kategori değildir. Nitekim II. Mustafa, kitapta da geçtiği üzere, tebası kendisini Edirne’de tahttan indirmek istediğinde bunu büyük bir anlayışla karşılıyor ve “Kul beni tahttan indirmişler, yerine karındaşım Sultan (III.) Ahmet’i padişah eylemişler; Allah mübarek eyleye” diyebiliyordu. Demek ki buradaki kul, efendisini iktidardan azledebilecek bir güce sahipti ve işin ilginç tarafı, efendi de bunu olgunlukla karşılamaktaydı.
O zaman Voltaire gibi Osmanlı tarihindeki tahttan indirme vakalarını bir demokrasinin tezahürleri olarak da düşünemez miyiz? Yani Altan’ın düşündüğünün tersine, bir anarşi değil, padişahların gerektiğinde değiştirilebildiği bir “Osmanlı demokrasisi” olarak.
Tarihe gerçekten objektif bir gözle ve doğruyu aramak maksadıyla baktığımızda çok ilginç tablolarla karşılaşacağımızdan eminim.
07.05.2002