13 Nisan 1925 tarihli Resimli Hafta dergisinde Hüseyin Kenan imzalı “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler?” başlıklı bir yazı çıkar. Yazarını üç yıl kalebentliğe mahkûm ettiren bir yazı olacaktır bu. Nerede peki? Sıkı durun: Bodrum’da. Lakin bugünkü şaşaalı, bohem Bodrum değildir o zamanki. Balıkçı kasabası. Osmanlıdan beri sürgün yeridir. Kuş uçmaz kervan geçmez derler ya öyle. Üstelik kalebentlik suçluların surlarla çevrili kaleden dışarı çıkmamaları sebebiyle hem hapis, hem de memleketlerinden uzak şehirlerin kalelerinde bulunmaları yönüyle bir çeşit sürgün cezasıdır. Yalnız sürgüne göre daha ağır bir cezadır.
Bodrum’a sürgüne yollanan Hüseyin Kenan kim midir: Cevat Şakir Kabaağaçlı. Kendisi Sultan Abdülhamid’in Sadrazamlarından Cevad Paşa’nın yeğeni ve vezir Mehmet Şakir Paşa’nın oğludur.
İsmi bir şeyler çağrıştırmadı mı sizde? Haklısınız, çünkü onu biz “Halikarnas Balıkçısı” diye tanıyoruz!
Evet, bu sıradan gibi görünen Bodrum sürgünü yalnız Bodrum kasabasının geleceğini değiştirmekle kalmayacak, bizzat sürgünün hayatını da bıçak gibi kesecek ve onu Mavi Yolculuk’un babası konumuna oturtacaktır.
Hilmi Ziya Ülken ve Nurettin Topçu’nun da içinde olduğu daha milliyetçi bir Anadoluculuk akımı yanında çarpık bir Anadolu milliyetçiliği çizgisi de yaşamıştır Türkiye’de ve bu akımın baş aktörü Halikarnas Balıkçısı ise tâli aktörleri Ezra (Azra) Erhat ile Sabahattin Eyuboğlu’dur. Bugün bohem bir azınlığın yaz aşkları yaşamak için vesile sayılan Mavi Yolculuk’u kuranlar bununla Anadolu’nun Selçuklu ve Osmanlı’dan, yani İslamın ‘fetihçi’ eli dokunmadan önceki “kutlu” ve “ileri” zamanları hatırlayıp kutsayarak bir tür coğrafya merkezli sentez yapmaya koyulmuşlardı. Tabii ki bu sentez çabası imkânsızı başarmaya çalıştığı için başarısızlığa mahkûmdu. Tıpkı 1930’ların ortasını dolduran ırk merkezli Türklük sentezinin başarısızlığa mahkûm oluşu gibi. Ancak 1950’lerin başında –özelikle 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500. yıldönümünü tramplen olarak kullanarak- sahneye çıkan ve günümüze kadarki 70 yılda kültürel sahayı büyük ölçüde fetheden “Türk-İslam sentezi” organik bir formül olarak mayalanmış ve günümüze kadar da canlılığını korumayı başarmıştır.
Halikarnas Balıkçısı’nın Cevat Şakir iken nasıl birisi olduğunu görmek Cumhuriyet aydınının dramını anlamak bakımından faydalı olacaktır. İşte bunun için yazarın Mavi Sürgün (Bilgi: 2018, s. 21-25) adlı hatıratının sayfalarına dalmak zihnimizde “Cumhuriyet aydını” klişesinin paslanmış menteşelerinin gıcırdamasına yardım edecektir. Mavi Sürgün’ün Mütareke günlerine dair sayfalarında rastladığım aşağıdaki satırlar 1890 doğumlu olan Halikarnas Balıkçısı’nın işgal yıllarında yaşadığı çarpıcı sahneleri göstermesi bakımından önemliydi.
Annesinin evinin giriş katını işgal eden bir İngiliz subayını şikayet etmek üzere Harbiye’deki İngiliz Yüksek Komiserliğine giden Cevat Şakir nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı burada görüştüğü bir onbaşının kendisini korkutması üzerine başına daha büyük bir bela açılmasın diye binadan apar topar kaçmıştır. Canı pek sıkkındır. “Bir gönül açıklığı, yaşama sevinci kalmamıştı” diye dert yanar, “o işgal havası ve dünyasından ayrılmalıydım mutlaka.” Fakat nereye gidecektir? Anadolu’ya mi? Ne var ki ciğerlerinde lezyon (yara) vardır. Gidemez ama “işgal altındaki İstanbul’da değil, işgalden uzak kalan İstanbul’da yaşamak” pekala mümkündür. Nasıl peki? Cevabı şudur:
“İstanbul’da Fatih’te “Molla Gürani” ve “Kovacı Dede” adlı cana yakan mahallelerde bir dergâh vardı, o dergâhta derviş oldum.”
Evet, derviş!
Şaşırdınız belki ama sıkı durun, zira arkası var.
Burası bir Rufai dergâhıymış, ancak ayinlere Mevlevi ve Bektaşiler dahil başka tarikat mensupları da katılıyormuş. İlginç olan bir başka nokta ise şeyhinin (isim belirtmiyor) Arapça ve Farsçadan başka Fransızca ve eski Elen dilini, yani eski Yunancayı biliyor olmasıdır. “Her ne hal ise” der, “dervişlik kısmen de olsa beni işgal İstanbul’undan ayırıp, Türk İstanbul’unda yaşatabilirdi.”
Yaşatmıştır da. Şöyle ki:
“Ayin geceleri dergâha gidip derviş giysilerimizi giyiyorduk. Hayderi –yani cübbeyi- ve Rufai tacını –Irakiye üzerine siyah sarığı- çantada ya da bohça ederek Fatih’e taşımak gerekiyordu. (…) Üsküdar’daki evde ırakiyeyi başıma takar, hayderiyi sırtıma giyer, Beşiktaş’a ya da Köprü’ye çıkıp, oradan Fatih’e giderdim.”
Yalnızca dergâh değildir onu cezbeden; şehrin Müslüman/Türk kimliğini ortaya koyan camiler de Halikarnas Balıkçısı’nın onsuz olamadığı mekânlardır. Sık sık oralarda namaz kılmak için vesileler bulması bundandır:
“Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma giderdi. Üsküdar’da Şemsipaşa Camii’nde, işgal edilmiş şehirden bir uzaklık duyardım. Akşam namazı için Karacaahmet’te, Marmara’ya bakan bir camiyi seçerdim. Batan güneşin kopardığı görkemli renk kıyametinin kıpkızıl angısı (hatırası) göklerde hâlâ inlerken orada akşam namazı kılmaktan çok hoşlanırdım.”
Kahramanımız Sultanahmet Camii’ne de koşar ve şehri bürümüş olan kasveti Mavi Cami’nin muhteşem aydınlığında dağıtırmış. Buradaki anlatımını kendi ağzından dinleyelim:
“Öğleyin Sultanahmet Camii ışık içinde olurdu. O caminin mimarisinde mi ne, ışığı çoğaltma gücü vardı. Orası gönül sıkıcı karanlıkları gideren bir ışıklar mucizesi, bir aydınlıklar sarayıydı. Çinicilik sanatı bakımından Rüstempaşa Camii’ne ne kadar da hayran kalsam, o camide namaz kılmak bana bir Kütahya vazosunun içinde namaz kılmak gibi geliyordu.”
Galata’daki Yeraltı (Arap) Camii bile Rüstempaşa’dan çok karanlık olduğu halde yazarın içine bir açıklık vermekteymiş. Bu arada şirin bir anekdotla ağzımızı tatlandırmayı unutmaz.
Bir gün “Beşiktaş Camii” dediği semtin merkezinde yer alan Sinanpaşa Camii’ne girdiğinde namaz kılınmış, cemaat dağılmıştır. (İşgal altında insanların camilere daha çok devam ettiğini de öğreniriz böylece.) Dört, beş yüz kişi ikinci kez cemaatle namaz kılacaktır. İmam aranmaktadır. Derviş kıyafetli görünce cemaat imamete onu geçirmek ister. Kabul eder ve ikindi namazının farzını kıldırır. Heyecandan rekâtları şaşırdığını zanneder ama sonunda dört rekât kıldırmayı başarmıştır.
Şeyh ve müridlerin yolda el yürekte, baş eğip selam vermelerinden şehirdeki sefalet manzaralarına atlar ama onlar bu yazıda bizimle yürüyecek neviden hatıralar değildir.
İşte Halikarnas Balıkçısı diye şöhret olmadan önce Cevat Şakir Kabağaçlı’nın gençlik hatıraları. O mütareke yılları ki, Hamdullah Suphi’yi Süleymaniye Camii’ne, Nazım Hikmet’i Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ne iltica ettirmiş, Yakup Kadri’yi ise işgal İstanbul’unda bir grup kadının ferace ve peçeleriyle yoldan geçişi karşısında “Yalnız onlar bana Türk olduğumu hatırlatıyor” dedirtmiştir. O zaman öyle diyeceklerdir ama sam yelleri esip de başaklar kuruyunca Osmanlıdan kopup gelen bir aydın nesline nasıl kıran girdiğinin dramını müstakil bir kitap olarak yazmak gerekir.
Bu yazıyı tadımlık kabul edin lütfen.
27.09.2022, muzakerat.com