Asıl ölüm, unutulmaktır.
Osmanlı tarihinin binbir kahramanından hangisini önünüze bir kitap gibi koysanız parlaklığından gözlerinizin kamaşmasına mani olamazsınız. Osmanlı Devleti’ne ikinci bir bahar yaşatan Köprülü ailesinin çıkardığı üçüncü veziriazam olan Fazıl Mustafa Paşa da bu mücellâ simalardan olmasına rağmen ne yazık ki ismi hariç neredeyse tamamen unutulmuştur.
Oysa Köprülü Mehmed Paşa ile başlayıp oğulları Fazıl Ahmed ve Fazıl Mustafa paşalarla devam ederek Amcazade Hüseyin ve Numan paşalarla devletin kabzasını maharetli ellerine alan Köprülüler, Osmanlı devletinin 17. asır ortalarında parçalanmasına mani olmuş dirayetli bir hanedandır ve bünyesinden tam beş Sadrazam çıkararak adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Öyle ki, Osmanlı tarihinde Osmanoğulları haricinde bir tek Köprülü ailesinin tarihi müstakil olarak yazılabilmiştir (Behçetî Seyyid İbrahim tarafından).
Köprülü Mehmed Paşa’nın sadaret mührünü teslim aldığı 15 Eylül 1656 tarihi Osmanlı Devleti için yeni bir yükseliş döneminin başlangıcını işaret eder. Merhum Halil İnalcık’ın deyimiyle mühürle birlikte “diktatör yetkilerini” de alan Mehmed Paşa devletin eğrilmiş omurgasını düzelttiği gibi ölümünden sonra yerine geçirdiği 26 yaşındaki oğlu Fazıl Ahmed Paşa sayesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın ihtişamlı devrini andıran bir yeniden şahlanışın zeminini de hazırlamıştır.
Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa’nın cepheden cepheye kendini atarak tükettiği gençliğinin ardından henüz 41 yaşındayken adeta bir mum gibi eriyerek vefat etmesinden sonra Mehmed Paşa’nın damadı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kanuni’nin fethine muvaffak olamadığı Viyana’yı fethetmek üzereyken gelen ihanet ve bozgunlar Karlofça’ya kadar sürecek bir dizi kanlı savaşa girmeye mecbur edecekti Devlet-i Aliyye’yi.
İşte kimini kazandığımız, kimini de kaybettiğimiz çetin bir savaşlar zinciri sırasında alanın avucunu yakan sadaret mührü Köprülü Mehmed Paşa’nın öbür oğlu Fazıl Mustafa Paşa’nın mahir eline teslim edilecektir. O da ailesinin şanını ve devletinin itibarını yüceltmek için elinden geleni yapacak ve kendisini harp meydanlarına Serdar-ı Ekrem olarak tayin ettirecektir.
Ardından Niş, Semendire, Belgrad… Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki bu kilitlerini ve Tuna boyundaki kaleleri birer ikişer geri alacak ve devlete rahat bir nefes aldıracak, sonra da Osmanlıların Nemçe tabir ettikleri Avusturya’ya karşı sefere çıkacaktır.
Zemun sahrasındayız. Kırım Hanı kuvvetlerini henüz harp meydanına intikal ettirememiştir. Bu ciddi bir eksikliktir ama Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa yerinde duramıyor, düşmanı bir an önce yenmek için sabırsızlanıyordu. Kuvvetleriyle Salankamen’e doğru ilerlediği görüldü Veziriazamın. Bu arada tehlikeyi fark eden Prens Ludwig kuvvetlerini aniden hücuma geçirdi. Günlerden 20 Ağustos 1691 pazartesiydi.
Kıran kırana bir savaş koptu oracıkta. O hengâmede Yeniçeri Ağası şehid düşmüş, kuvvetlerimiz ağır zayiat vermişti. Düşman da ondan kalıcı sayılmazdı gerçi. Muharebe sağlı sollu devam ederken merkezde zafiyet alameti belirmişti, daha kötüsü düşman ordusu karargâha doğru ilerliyordu.
Bu kritik anda Veziriazam Fazıl Mustafa Paşa kılıcını çekerek sağ kanattan ilerleyen düşmanın üzerine atılmış, askerleri de onunla beraber yalın kılıç dalmışlardı Avusturya ordusunun saflarına. Nitekim bu müdahalenin tesiri görülmüş, Osmanlı ordusu toparlanmış, belki binbirinci kere düşmana meydanı dar etmekteydi ki…
Düşman saflarından atılan bir kurşun Serdar-ı Ekrem Fazıl Mustafa Paşa’yı tam alnından vurarak yere düşürdü. Böyle durumlarda sakin olması gereken adamları ise “Serdar düştü!” diye bağırıp paniğe kapılınca, Sipahi Ağası Ömer Ağa da yerinde sabit kalacağına geri çekilince zaferle bitecek olan savaş bir hezimete dönüşmüş, Avusturya askerleri bir ordunun namusu mesabesindeki karargâhı ele geçirivermişti. İşin garibi, aynı zamanda bir hadis âlimi olan şehid Fazıl Mustafa Paşa’nın nâşı savaş meydanında kalmıştı.
Mezarının mevcut olmaması bir nakısa olabilir mi? Hem asıl ölüm, hafızalardan silinmek değil midir? O savaş meydanında şehadet şerbetini içti ama hafızalarımızda öldü. Onu biz öldürdük. Asıl acı olan nokta da burası…