Sayın Armağan, öncelikle şöyle bir soru ile başlamak yerinde olacaktır. Sizce Ezanın Türkçe okunması Osmanlı İmparatorluğunun Batılılaşma sürecinde aydınlar ya da devlet yönetimi tarafından tartışılan konulardan biri olmuş mudur?
Özellikle 1910’lu yıllarda bazı reformist Türkçü yazarlar tarafından tek tük çıkışlar görülmekle birlikte Türkçe ezan isteğini en net bir şekilde ifade eden kişi, Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’in bu talebi ekseriyetle 1918 yılında yayınlanan Yeni Hayat isimli kitabında dillendirdiği bilinir ama son kitabımızda biz bu tarihi 1915’e kadar çektik. Bu kitabında yer alan ve
Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
mısralarıyla başlayan “Vatan” başlıklı manzumesiyle birlikte bu konuda bir düşünce tohumu ekilmiş olduğunu görüyoruz. Biliyoruz ki, Mustafa Kemal Paşa her ne kadar bütün düşüncelerine katılmasa da, Ziya Gökalp’i dikkatle ve takdir ederek okuyan biriydi. Nitekim Ziya Gökalp’ın Türkçe Ezan, Türkçe İbadet, Türkçe Kur’an gibi o zamana göre aşırı sayılabilecek fikirlerinin sonraki nesilleri ciddi manada etkilediğini biliyoruz.
Aynı Ziya Gökalp’ın o yıllardan biraz önce “Ezan” isimli bir şiiri de var ama…
Tabii ki… Ama dikkat edin, Sultan II. Abdülhamid döneminde yazılmıştır o şiir. Şimdi Abdülhamid dönemi çok ilginçtir. Sonraki dönemlerde ona karşı olduklarını söyleyen aydınlar Abdülhamid zamanında müthiş Osmanlıcıdır, çok muhafazakârdır, hatta Abdülhamidcidir. Ziya Gökalp de bu insanlardan birisidir. Nitekim 1908’de Abdülhamid’in cülus yıldönümlerinden birinde Abdülhamid’i öven bir şiir kaleme almıştır. Ve söylediğiniz gibi Arapça ezanın güzelliklerini anlattığı “Ezan” adlı şiiri de vardır. Yahya Kemal de öyledir. O zamanki İrtikâ dergisinde Abdülhamid’i öven şiiri de vardır Yahya Kemal’in. Daha sonraları o da Abdülhamid’den kaçıp Paris’te Jöntürklere katılmıştır. Dolayısıyla o dönemde yazılan şiirler unutturulmaya çalışılmış, hatta yokmuş gibi davranılmıştır. Bu şiirler birileri tarafından kamuoyuna sızdırılacak olsa “irticacı”, “saltanatçı”, “eski rejim taraftarı” olarak yaftalanacakları bilindiğinden o dönemde yazılanların gizli kalması ihtiyacı hissedilmiştir.
Peki, Türkiye’yi yasağa götüren süreç nasıl başladı ve gelişti? Ayrıca bu süreci nasıl değerlendirmeliyiz?
Olayı inkılâplar bağlamında değerlendirmek gerekir. Tarihî süreci şöyle resmedebiliriz:
-
1924 Hilafetin kaldırılması ve tevhid-i tedrisatın kabul edilmesi.
-
1925 Şapka inkılâbı.
-
1926 Medeni Kanunun kabulü.
-
1928 harf inkılâbı.
-
1929’dan itibaren dilin özleştirilmesi (Öz Türkçeciliğin başlatılması) ve 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulması. Aynı yıl Türk Tarih Kurumun kurulması ile tarih görüşünde değişiklik yapılıyor ve böylece kültür devrimleri safhasına geçilmiş oluyor. Nihayet ‘Son inkılâp’ olarak sıra dinde reforma geliyor. Bu süreci böyle okumak lazım.
Dinde reformun amacı şudur:
Türkiye de harf değişikliğine, medeni kanun getirilmesine, şer’i devletten laikliğe geçilmesine, dilin ve tarihin değiştirilmesine rağmen hala soğumayan, direnen dinî bir hararet mevcut. İnsanlar hala mevlitlerde, Kur’an okunurken ağlıyor, yaşıyor o duyguları. Ama laik yıldönümleri insanları aynı şekilde etkilemiyor. Belki bir bando yerleri zangırdatarak geçiyor ama o sivil din dediğimiz insanların kendi aralarında samimi bir şekilde yaşadıkları ortamda dinin oluşturduğu ambiyans, ya da Şerif Mardin’in deyişiyle ‘efsun’ diyelim, bir türlü yakalanamıyor. Duadan, ilahiden, Kur’an’dan zevk alma olgusu yeni rejim tarafından laikleştirilemediği gibi, onun alternatifi de aynı şekilde insanların gönüllerine tesir edemiyor.
Edemeyince ikili bir ambiyans doğuyor:
Biri dinî, öbürdü laik. Halbuki onlar ikincisini birincisinin yerine ikame etmek istiyorlardı. İşte halkın kalbine inmek, günlük hayatında onun duygusal dünyasının fethi bir türlü başarılamıyordu. Bu yüzden din alanının soğutulması gündeme geldi. Yerini alamıyorsa, yerine geçirilmeliydi.
Ne yapılıyor bunun için? Kur’an tercüme ettiriliyor ve camilerde Türkçe Kur’an okutulmaya başlanıyor. Türkçe ibadet gündeme geliyor. Sonra da namazlarda dua ve surelerin Türkçe okutulması konusu arkasından…
Hatta “iftitah tekbiri” denilen “Allahu ekber” değil, “Tanrı uludur” diyerek namaza başlanması, arkasından tekbirlerin, salaların, salavatların Türkçe getirilmesi ve en son 1932 başında Fatih Camii’inde ilk Türkçe ezanın okutulma girişimi. Tekil bir olay gibi görünüyor ama arkası gelecektir.
Özetlersek, 1932 yılına kadar diğer inkılâplar, reformlar tamamlanıyor, laikliğe geçiliyor ve bir adım daha atılarak 1932’de artık din alanının devlet tarafından tanzim edilmesi noktasına geliniyor. Sadece idari şekline değil, içeriğine de bir müdahale başlıyor.
Burası artık laikliğin kırılma noktasıdır bence. Laiklik belki buraya kadar esneyebilir. Yani Diyanet’in kurulması, din adamlarının devlete bağlı hale getirilmesi… Ama artık devletin sınırı aşarak, “İbadeti şöyle yapacaksın, duanı böyle edeceksin, namazı böyle kılacaksın” demeye başlaması ve bunu kanuni ya da idari bir takım yaptırımlarla düzenlemeye kalkması laiklik sınırının aşıldığı anlamına geliyor ki, bu hem halk için sıkıntılı bir süreç, hem de laiklik adına sıkıntılı bir yorum oluşturmuştur.
Halk tarafından, daha doğrusu dilden dile dolaşan bir söylem olarak Ezanın Arapça okunması yasağı Mustafa Kemal Atatürk tarafından konulmuştur. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi ezan yasağının iki aşaması var. İlki, Atatürk tarafından 1932’de başlatılan aşama. Türkçe ezanı bizzat Atatürk istiyor. Fakat bir kanun çıkartmıyor, sadece Diyanet kanalıyla bir idari düzenleme olarak müezzin ve imamlara yönelik bir genelge yayınlatıyor ve ‘Bundan sonra ezan Türkçe okunacaktır’ deniliyor. İkinci aşama olarak 1941’den 1950’ye kadar devam eden yasal süreç geçerli, yani kanunla Arapça ezanın yasaklanması devresi. Sene 1941, artık Atatürk ölmüş, İnönü Cumhurbaşkanı ve Refik Saydam Başbakan.
Peki ezan yasağını Atatürk kanunla düzenleyemez miydi?
Bence Atatürk bu konuda çok kurnaz davrandı. Çünkü devlet ve din işlerinin ayrılması anlamındaki laiklik, eğer devlet bir kanun ile ibadetin nasıl yapılacağını düzenlemeye kalkarsa çiğnenecekti. Laikliği ben koydum, ben çiğnedim, gibi abes bir durum ortaya çıkacaktı. Çünkü sonuçta bir insanın camide nasıl ibadet edeceğini devlet düzenliyorsa, o bir din devleti demektir ve laik değildir. Bir dini, o dinin kendi kuralları düzenler. Yani hangi dua okunacak, hangi şekilde namaz kılınacak? Laik devlet bunlara karışamaz.
Şöyle düşünün: Devlet insanların alnı secdeye gitmeyecek diye bir kanun çıkarabilir mi? O zaman bu nasıl bir laiklik olacak? Din işlerine o dinin otoriteleri karar verir. Nasıl din adamlarının devlet işlerine karışması yanlışsa, devletin de ibadetlere müdahalesi aynı şekilde yanlıştı. Dolayısıyla Atatürk daha ‘denemeci’ bir yaklaşım seçti. Acaba Türkçe ezanı topluma bu şekilde tutturabilir miyim? diye düşündü. Yoksa Celal Bayar’ın dediği gibi eğer Harf devriminde olduğu gibi hakikaten kafasına koymuş olsaydı bunu ne yapar eder çıkartırdı.
Dolayısıyla Atatürk bu konuda ısrarcı değildi ve bu uygulamanın zaman içinde oturacağını düşünüyordu. Bu açıdan ezan yasağını bir kanunla düzenleme yoluna gitmedi. Konuyu idari düzenleme aşamasında bıraktı.
1941 yılında ise yasak kanunla düzenlendi, üstelik hem para cezası, hem de hapis cezası getirildi. Böylece laiklik çok ağır bir yara almış oldu. İnsanlar mağdur oldu; dayak yiyenler, işini kaybedenler, hüküm giyenler, mahkemelerde sürünenler vs. Devlet büyük bir itibar kaybına uğradı. Toplum devletinden uzaklaşmaya başladı. Halk namazını kılacak ama etrafa gözeticiler koyuyor, jandarma geliyor mu, müfettiş, öğretmen birileri var mı diye; ancak emin olduktan sonra ezanını okuyabiliyordu. Aynı şekilde Kur’an öğretmek de yasaktı.
İşte böyle bir ortamda, 1950’de Rahmetli Adnan Menderes’in yaptığı şey “Arapça ezanı okuyanlar 300 liraya kadar para cezası ve 3 aya kadar hapis cezası ile cezalandırılır” fıkrasını kanundan, 526. maddeden kaldırmaktır. Bu değişiklik ile bence laikliğin ruhuna çok uygun bir harekette bulunuldu. Bilindiğinin aksine Menderes Arapça ezan okuma mecburiyeti getirilmedi, Türkçe okumak da yasaklanmadı. Kanun laikleştirildi, tarafsızlaştırıldı. Sonrasına ise cemaat karar verdi. Hangi şekilde ibadet etmekten zevk duyuyorsa onu yaptı. 60 senedir bir tek vakitte, bir tek camide Türkçe ezan okunmadıysa halk tercihi belli. Dolayısıyla Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın tavırları laikliğin ruhuna uygundu.
Bütün bu yapılanların sebebi, halkı daha da dindarlaştırmak olarak açıklanıyor. Bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını nasıl değerlendirebiliriz?
Türkçe ezanla amaçlanan şey, halktaki dinî hararetin soğutulmasıdır. Bu hararet nasıl soğutulabilir? Cumhuriyetin kurmak istediği kurumların karşısındaki alternatif tek halk kurumu olan camiler nasıl cemaat açısından karizmasını kaybedebilir? Dava buydu. Dikkat ederseniz aynı tarihlerde Halkevleri açıldı ve ilçelere kadar ısrarla yaygınlaştırıldı. Halkevleri ne demek? Cami Allah’ın evi, onun karşısına, bazen kapatılan caminin içine Halkevi açılıyor. Maksat, buradan da belli değil mi?
Peki, bu sürecin sonunda ne oldu? Bugünlerde de okuyoruz, siz de okumuşsunuzdur. ‘Efendim Ezan Türkçe okunursa insanlar anlar, Allah’ı daha çok severler, camiler dolar, taşar’ deniliyor. Peki, öyle mi olmuş? Hayır. Uygulama tam tersini gösteriyor. Camiler neredeyse tamamen boşalmış, insanlar evlerinde ibadete başlamışlar. Çünkü sünnet değiştirilmiş. Peygamber Efendimiz’in (SAV) sünneti değiştirilmiş. Dolayısıyla insanlar ezan Türkçe okununca o namazın kabul olmayacağını düşünmüşler. O yüzden namazlını evlerinde kılmayı tercih etmişler. Yani baştaki iddianın tam tersi gerçekleşmiş oluyor.
İkinci olarak camiler boşalınca ne oluyor? Denildi ki, o kadar para veriyoruz imama, müezzine ama bunların cemaati yok. Ne yapalım? Bir semtte 3 cami varsa 2’sini kapatalım ve herkes o tek camiye gitsin. Mesela Çorum’un Alaca ilçesinde tek bir tane cami bırakılıyor.
Üçüncü ve son olarak, bunlar yapılınca, ‘Camiler neden boş duruyor?’ deniliyor. Milli servet olması açısından bakılıyor olaya. Bu sefer de cami binalarını başka amaçlarla kullanalım deniliyor. Ne yapılıyor? Buğday depoları yetmiyor, depo olarak kullanılıyor. Ahıra Askeri birliğin ahır ihtiyacı var, onun için kullanılıyor. Mesela Bursa’da Molla Arap Camii bu amaçla kullanılıyor ve daha çok örnekleri var bunun. Yetmedi, kiralayalım deniliyor. Minaresi yıkılarak kullanılan böyle pek çok cami var. Dükkân olarak kullanılmışlar. CHP ilçe ve bucak teşkilatları ve Halkevlerinin minaresi yıkılmış camileri büro olarak kullandıklarını biliyoruz.
Sonuçta şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İnsanlar ezanın ne dediğini anlarsa daha çok dindarlaşacak, camilere dolacak diye bir gerekçeyle başlayan süreç insanların kutsala olan saygısını da ortadan kaldırıyor. Camileri ahır olduğunda artık camiye saygısı kalır mı insanların? Orada bir çöp bile bulsanız kaldırmak isterken ahır olduğunu görünce o alanın dokunulmazlık, kutsallık değeri da yıkılıyor gözünüzde. Ondan sonra bakın sırasıyla neler geliyor: Birçok caminin yıkılması, zarar görmesi, çürümeye terk edilmesi, vs.
İşte bunu yapınca toplumu bir arada tutan en önemli faktörlerden bir tanesini, kutsallık bağını ortadan kaldırmış oluyorsunuz.
Bir örnek verebilir misiniz söylediklerinize?
Mesela 27 Mayıs İhtilalinden sonra darbeciler ile CHP gençlik örgütleri 18 Martta bir Çanakkale gezisi düzenliyorlar. Çanakkale’ye, yani bu ülkenin kuruluşundaki en önemli mekâna, şehitlerin mezarlarına. Bir gemi tutuluyor ve üniversitede okuyan kız ve erkekler gemiye bindiriliyor, aynı zamanda kasa kasa içki de konuluyor. Yolda içki, dans, türlü rezaletler… Çanakkale’ye çıkıldığında ise sadece bir avuç insan kendinde. Geri kalanlar sarhoş ve rezillik çıkartıyorlar. Maalesef aynı durum dönüşte de yaşanıyor. Bazı genç kızlar bekâretlerini yitiriyor. Bu geziye basın mensupları da katılmış. Duyulmasını istemiyorlar rezaletlerin, inerken basına paralar veriliyor, lütfen bunları yazmayın diyorlar. Fakat birkaç gün sonra kızı felakete uğrayan bir anne emniyete şikâyette bulunuyor. Tabii emniyet muhabirleri eliyle olay basına yansıyor ve tarihe KADEŞ REZALETİ adıyla geçiyor.
İşte Cumhuriyet gençliğini getirmek istedikleri nokta burası. Çanakkale gibi tüylerimizin ürpermesi gereken bir kutsal mekâna insanları sarhoş ederek götürmek ve onların gözünde bütün kutsalları yıkmak.
İşte tam da bu noktada 1950’de ezanın Arapça okunması aslında bir dönüm noktasıdır. Bir simgedir. Kritik bir virajdır. Eğer o viraj alınamasaydı Türkiye çok daha maneviyat yoksulu bir ülke olacaktı. Maneviyatın yeniden dirilmesi 1950’de başlıyor. İmam-Hatiplerin açılması, Kur’an öğretiminin serbest bırakılması, hafızlık öğretiminin başlaması vs… Bu sebepten ezan ın aslında olduğu gibi Arapça okunması çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Eğer o viraj alınmamış olsaydı Türkiye’nin hali bugünkü Kıbrıs’tan farklı olmazdı. İşte Kıbrıs’ın hali ortada. Kur’an öğretimi yasaklanıyor ve bunu yapanlar da öğretmenler sendikası. Aynı öğretmenler sendikası ÖSYM sonuçlarında en başarısız yer olarak Kıbrıs’ın çıkması konusunda nedense seslerini çıkarmıyorlar.
Kıbrıs’ta bir konferans vermiştim geçen yıl. Orada dedim ki: ‘Kıbrıs’a bakın ve Türkiye’nin ne hale getirilmeye çalışıldığını anlayın.’
Bu açıdan 1950 çok önemli bir viraj oldu.
1950’de öyle bir patlama yaptı ki halkın talebi, Meclis’te yapılan ezan oylamasında CHP’nin de olumlu oy vermek zorunda kaldığını görüyoruz. Bana göre Menderes bu adımı iktidara gelir gelmez atmasaydı, Arapça ezanın okunmasının önündeki engeli kaldırmış olmasaydı, sanıyorum ileride hiç atamazdı. Çünkü 1950’de perişan olmuş bir CHP varken karşılarında, ileriki yıllarda tekrar toparlandılar ve güçlendiler, hatta Demokrat Parti’ye göz açtırmadılar muhalefetten.
“Felah” kelimesi var bir de. Sizce her şey Türkçeleşirken neden sadece ona dokunulmuyor?
Şimdi içerik konusuna girersek ezanda toplam (tekrarlar ve edatlar hariç) 10 kelime var. Bu 10 kelimenin 4 tanesini (Allah, İlah, Muhammed, Resulullah) zaten günlük dilde kullanıyoruz. Eğer Müslüman olmak için söylenmesi gereken Kelime-i Şehadet’in kelimeleri olan Eşhedü, İlah ve İllallah’tan ikisini de çıkarırsak bu rakam 6 kelimeye çıkar. Bilinmeyen 4 kelime kalır ve bunlardan biri de felah’tır. Mana olarak ‘kurtuluş’ demek. Namazın manevi olarak kurtuluş olduğunu simgeliyor. Ezanı Türkçeleştirenler o kelimeye gelince duruyorlar. Ya millet bunu suiistimal ederse, haydin kurutuluşa diyerek; ya bunu Cumhuriyetten kurtuluş olarak algılarlarsa, ya bunu dine dönüş olarak yorumlarlarsa; ya laiklikten kurtulmak gibi bir dua olarak okurlarsa gibi bir sürü soru. İşte o zaman deniliyor ki, felah aynen kalsın, Türkçe olmasın. Onu da katarsak geriye 3 kelime kalıyor. Bunlar hayya haydi demek, salah namaz demek, ekber de en büyük demek. Dolayısıyla birisine en fazla 3 dakika içinde öğretilebilecek bu 3 kelime için 1400 yıllık bir sünneti değiştirmek nasıl izah edildi, nasıl makul gösterildi? Ben hala anlayabilmiş değilim.
Peki, Rahmetli Adnan Menderes’in bu süreçte istifa ettiği bilgisi ne kadar gerçekçi?
Rahmetli Menderes ilk icraat olarak ezanın gündeme gelmesini istiyordu. Celal Bayar ise biraz zaman lazım diye düşünüyordu. Zira CHP’nin yeni iktidarı irtica ile suçlayabilme ihtimali söz konusuydu. Fakat Menderes ‘Bundan sonra bir daha böyle bir fırsat bulamayız, şimdi yaptık yaptık, yoksa bir daha yapamayız’ fikrindeydi. Celal Bayar kabul etmiyor önce bu fikri. Bunun üzerine Menderes’in istifa etmese bile geri çekildiğini, gücendiğini biliyoruz. Galiba 1-2 günlüğüne başkentten ayrılıyor. Başkentten kaybolan Menderes’in Mersin’de bulunduğunu öğrenen Bayar onu çağırıyor ve düzenlemeyi beraberce yapıyorlar.
Malum yasak sürerken ülkenin dört bir yanında traji-komik ve dramatik bir çok enstantane yaşanıyor. Hepsinin yanında bir de HATAY konusu var ki bu başlı başına bir trajedi…
Hatay’a geçmeden önce şunu anlatayım: Diyelim 1932’de Mardin’desiniz. Tek kelime Türkçe bilmiyorsunuz. İmam da bilmiyor, müezzin de. Arapça biliyorsunuz sadece. Sonra bir gün devletten bir emir geliyor: Ezan Türkçe okunacak. Bugün bile böyle köyler mevcuttur. Peki bu bölgelerde bu kararın uygulanmasının kime ne faydası vardır? Türkçe bilmeyen insanların ezanı Türkçe okumalarının devlete ne faydası olacaktır? Anlamak hakikaten zor.
İkincisi, o insanlar Arap oldukları için ezanı zaten anlıyorlardı. Eğer amaç ibadetlerini ve ezanı anlamaları ise o insanlar zat anlıyorlardı. Dilini anladıkları bir din onlar için anlaşılmaz olmuyor mu?
Bir de şuna bakalım: O bölgelere devlet ne götürmüş hizmet olarak? Elektrik yok, su yok, yol yok, hemşire yok, doktor yok, hizmet olarak sadece Türkçe ezan götürmüşsün. Bilmedikleri bir dilde ezan okumaya mecbur etmişsin. Devlet oraya bir jandarma ve vergi tahsildarıyla gitmiş, bir de Türkçe ezan ile. Bunlar bugünkü Kürt meselesinin temelinde yatan şeyler. Hepsi değil tabii ama bu da sebeplerden biri.
Bu çalışmaya başlamadan önce meselenin o bölgedeki vatandaşlarımız tarafından bu derece farklı algılandığını bilmiyordum. Onların olayı din açısı yanında birlikte bir de dil açısından algıladıklarını bilmiyordum. Amerika Türkiye’yi işgal etse ve ezanların İngilizce God is greatest’ diye okunmasını emretse ne düşünürseniz onlar da böyle hissetmişler. Kürtler Türkçeden sırf bu sebeple nefret etmişler. Çoğu köyde bildikleri tek Türkçe ibare ‘tanri ulidir.Bu bir zulüm değil mi?
Hatay’da ise gerçekten traji-komik bir durum yaşanıyor. 1938’de Suriye mi Türkiye mi? diye bir halk oylaması yapılıyor. Gariptir, bu süreçte Türkiye büyük bir propaganda faaliyetleri yürütüyor. Türkiye’den Şeyhler, Hocalar, Din adamları gönderiliyor bölgeye. Türkiye’de tekkeler kapatılmış ama orada Müslüman Türkiye propagandası yapılıyor. Türkiye’nin ne kadar dindar bir ülke olduğu vurgulanıyor Hataylıların gözünde.
Sonuç olarak halk Türkiye’yi seçiyor ve Türk askeri Hatay’a giriyor. Askerimizin ilk yaptığı iş ezanı susturmak oluyor. Halk şaşırıyor. ‘Yahu burada Fransızlar varken ezan Arapça okunuyordu Türkler gelince neden sustu ezanlar? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?’ Biliyorsunuz Hatay’da önemli miktarda bir Arap nüfusu var. Dolayısıyla işgalci Fransa’nın karışmadığı ezana Türkiye devleti karışıyor. Sadece ezana karışmakla kalmıyor Türkiye. Kur’an öğretiminde de benzer sıkıntılar yaşanıyor.
Neden “Türkçe Ezan ve Menderes”?
Çocukluğumdan beri babam anlatırdı, etrafımdaki yaşlı insanlar anlatırdı ama ben bu konunun çok fazla üzerinde durmadım. Geçen yıl konuyu biraz inceleyince olayın ne denli önemli olduğunu gördüm, tanıkların yavaş yavaş azaldığını da. 18 yıllık sürede yaşanan sıkıntılar, çekilen acılar, kararan hayatlar beni çok ama çok etkiledi.
Ayrıca kitabın çıkışının Arapça okunmasının serbest bırakılışının 60. yıldönümüne denk gelmesi de ayrı bir etken oldu. Bu konunun kulaktan dolma bilgilerle değil de, bir araştırma mahsulü eserle ele alınması için, sadece araştırma değil, olayı yaşayanları da işin içine katarak çok daha etkili ve kalıcı bir çalışma yapılabileceğini düşündüm. Çalışmamızda kırk kadar gönüllü görev aldı. Hepsine teşekkür ediyorum. Ben de gençlerle beraber çalışmanın keyfini yaşadım. Takıldığım yerlerde onlar bana, onların takıldığı yerlerde ben onlara yardımcı oldum ve sonuçta bu eser ortaya çıktı.
Umarım yararlı olmuştur ve bu acılı devrede akıtılan gözyaşlarının tuzu gelecek nesillerin dillerine ve gönüllerine değmiştir.
One Comment
Abdulkadir
9 Mart 2013 at 13:34Türk Tarih Kurumu’nun 1932’de kurulduğunu yazmışsınız,1931 değil miydi?