Osmanlı küreselleşmesi devam ediyor
Tarihine bizimki kadar küçümseyerek bakan bir imparatorluk varisi millet var mıdır dersiniz? Osmanlı tarihinin neredeyse yarısı karanlık bölgedir bizim için. Ne görmek isteriz onu, ne de göstermek. ‘Zaten adam olsalardı bu hale düşmezdik!’ Derdimiz budur veya derdimizin bu olduğu öğretilmiştir bizlere. Oysa hiçbir milletin tarihi sürekli bir yükselme ve başarı grafiği çizmez ki. Başarı kadar başarısızlık da tarihin dokumacıları arasında yer alır. Eğer başarısızlık veya yenilgi dönemlerini bilmezseniz gelecek için umutlanmanız da söz konusu olmaz.
Bir umutsuzluk karşısında hemen beyaz teslim bayrağı çekilseydi, tarihin sonu çoktan gelmiş olurdu; hem de Fukuyama’nın sandığından çok daha önce. Bugün Amerika, tarihin sonunu getirdiğini düşünmek istiyor. Niye? Çünkü Amerika’nın hakimiyetini sarsabilecek ikinci bir kuvvet kalmadığı için. İyi ama tarihte tam da buna benzer bir sürü “tarihin sonu” efsanesi imal edilmiş, gelin görün ki, zamanın karnından doğan yeni güçler karşısında hepsi denklerini toplayıp bir kenara çekilmişti. İşte bir zamanlar üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin bugünkü vaziyeti. Tarihi durdurduğunu düşünmüştü British Empire: tacını sürekli yeni incilerle süslüyordu. Gün geldi, o da dağıldı.
Demek istediğim şu: Mahkeme kadıya mülk değil. Dünyada siyasî/kültürel egemenlik kalıcı olmaktan uzak. Peki bu böyle de, biz niye hâlâ tarih okuyor ve okutuyoruz? Köpükleri avuçlamak için mi? Cevap: Kalıcılık ile geçiciliğin sırlarını öğrenmek için. Bir laboratuardır tarih; insanlığın neler için çırpındığını ama aynı zamanda bu çırpınışın asıl gayesini nasıl da kolayca unuttuğunu öğrenmenin laboratuarı. Bazı halklar fâtih olur, bazıları fethedilir. Galiba Braudel’di söyleyen, ancak fethedilmeyi arzu eden halklar fethedilebilir. Sözün özü, fatihleri bekleyen bir dünya her zaman var olacaktır.
İyi ama fethetmek neden? Neden bazı halklar diğerlerine saldırır, onları kendilerine katar, bir başka deyişle, milletleri ve toprakları hercümerc eder?
Mesela Hunlar ve Moğollar ne yapmak için ilerlemişlerdi batıya ve güneye doğru? Pıhtılaşmış bir dünyanın kanını tazelemek ve biçtikleri otların dibindeki toprağa yeni oluşumların tohumlarını ekmek için değil mi? Osmanlılar, bir yerde, klasik dünyanın çaktığı kazıkları biçen Moğollar sayesinde gübresi bol bir toprak bulmamış mıydı kendisine? Ya Safeviler? Ya Hindistan’daki Moğol İmparatorluğu? Ya Rus Çarlığı? Bunlar hepimizin, müstekreh bir şeyden bahsederken yaptığımız gibi, yüzünü ekşiterek bahsettiği Moğol akınlarının temizlediği sahaya ekilen yeni oluşumlar değil miydi? Ve zaten bütün bunları İbn Haldun üstadımız, insanlığın beyninde uğultular kopartarak önümüze sermemiş miydi?
Soru ensemizde duruyor hâlâ: İyi ama fethetmek neden?
İnsan, konuşan varlıktır. Lakin yalnız dille konuşmaz o. Şehir kurarak konuşur, bahçe yaparak konuşur, savaşarak konuşur. Bunlar konuşmanın türleridir. Önemli olan, konuşmanın nasıl yapıldığıdır. Küfrederek mi konuşursunuz, yoksa edeble mi?
Toprak ve ülke fethi Efendimiz tarafından “küçük cihad” diye nitelenmişti. Fethin asıl adresini de göstermişti bize: Nefsin fethi. Kendimizi fethetmek, içimizdeki bizi teslim almak, onu ‘Müslüman’ kılmak. “En büyük cihad” (cihâd-ı ekber) buydu, bunu başarmaktı zor olan.
Savaş sırasında yüzüne tüküren düşmanı, nefsinin intikam çığlığını sezdiği için serbest bırakan Hz. Ali’nin kahramanlığıydı hedef. Mevlânâ’nın, önünde eğildiği papaza (ve tabii bizlere) verdiği dersti onu ulu yapan şey. Kendine, yani nefsine yenilerek bir kaleyi almak, görünüşte fetih olsa bile, sizi nefsinizin fethine açık bıraktığı için makbul değildir. Bu yüzdendir işte Kanuni’nin Semendire’den “18 kale fethettim” diye kendisine mağrur mesajlar yollayan Bâli Paşa’yı, “Nefsine gurur getirmeyesin” diye uyarması. Şöyle devam ediyordu Kanuni:
“Kendi kuvvetim ve kılıcım ile memleket fetheyledim demeyesiniz. Memleket evvelâ Cenab-ı Bâri’nindir, sonra Halife-i rûy-i zemine ısmarlanmıştır. Cümle işleri Cenâb-ı Bâri teâlâdan bilesiniz.”
Biz Osmanlılık deyince bir ‘kor’dan bahsediyoruz: Elbette bu devletin ömrü boyunca ve kapladığı bütün coğrafyalarda bu ‘kor’un hep var olduğundan söz etmek mümkün değil. Ancak toplumun damarlarında gezinen bu ruh, çeşitli kanallarla canlı tutulmaya çalışılmış ve nefsaniyetin değil, onun üzerindeki bir idealin yaşaması temin edilmiştir. Ayakta duramayacak kadar hasta olan Kanuni’nin at sırtında bin küsur kilometrelik Zigetvar seferine çıkması az şey midir? Kanuni’yi o sefere çıkmaya zorlayan faktör ne olabilirdi? Para mı? Şöhret mi? Toprak mı? Hangisine ihtiyacı vardı o 71 yaşındaki hasta insanın? Bir kale eksik veya fazla olmuş, ne fark ederdi? Ama o ölümü göze aldı ve gitti. Nitekim kuşatma sırasında verdi son nefesini.
Bugün Kanuni’ye kamyon dolusu laf sayanlar eğilip nefislerine baksınlar ve yüzlerce şehrin damarlarına ezan seslerini aşılayan bu adamın yaptıklarının aynasında kendilerini seyretsinler: Ben bu ülke için hangi fedakârlıklara katlandım? Hangi seferlere çıktım? Hangi insana değerlerimi tebliğ ve telkin ettim? Sadece sözle değil, edeble, lisân-ı hâlle, insanlıkla.
Küreselleşen dünyada, bizden önceki küreselleşmenin aktörlerinden öğreneceğimiz çok şeyler var aziz kardeşlerim. Osmanlı, küreselleşmesini nasıl gerçekleştirdi? Bunu öğrenmeye muhtacız. Şekle takılmayın. Topa, tüfeğe, kılık kıyafete boş verin. Onlar bunu nasıl başardı? Tıpkı bizim gibi bu topraklarda doğmuş ve büyümüşlerdi. O diriltici soluğu yüreklerine tas tas nasıl içirebildiler ve bir dilenci tasında bile sanatın zirvesine tırmanmanın yolunu nasıl bulabildiler? Onlar ki, şehirlerimizde yolumuzu kesip bir şeyler mırıldanan birer derviş gibi sırlarını söylemenin yolunu bulmaya çalışan mimari eserleri, altın birer dal gibi gönlümüze uzattılar. O altın dalları tutanların kimisi bugün Avustralya’da, kimi Ukrayna’da, kimi de Afrika’da.
Velhasıl fetihler devam ediyor…
Do you want Search?
Random Post
Search
One Comment
tersakan
28 Aralık 2010 at 09:04Hocam ne desem anlatamam ifade edemem hissiyatımı keşke çok daha önce bulsaydım sizi ve sitenizi,yazılarınızı bu kadar güzel aydınlatıcı bilgilerinizi sizde yazınızda anlattığınız gibi o ışığı bizlere aktarmakla bizleride birer gelecek kendi nesillerimize ışık olma fırsatına vesile oldunuz Allah razı olsun.