St. Petersburg’da aslında Büyük Petro’nun Versay Sarayı’na özenip kışlık saray olarak yaptırdığı muhteşem Hermitage Müzesi’ni ve yazlık sarayı Petrodvorets’i gezerken ister istemez Topkapı Sarayı’nı düşündüm.
Petro’nun saraylarının göz kamaştırıcı büyüklüğü ve inanılmaz zenginliği karşısında Osmanlı padişahlarının yaz kış yaşayıp aşağı yukarı dört yüz yıl dünyayı idare ettikleri saray bir gecekondu gibi görünüyor. Eminim, Fransız krallarıyla Rus çarlarının saraylarını görenler, dünyanın en yıkıcı ihtilâllerinin niçin bu ülkelerde yaşandığını anlamışlardır.
Bugün büyük bir hayranlıkla gezdiğimiz, belki de birçoklarımızın “Ah, bizim niçin böyle şehirlerimiz yok?” diye hayıflandığı St. Petersburg’un nasıl inşa edildiğini bilmeyen yok. Dünyaya açılabilmek için denizyolunun önemini kavrayan Deli Petro, Neva nehrinin büyük bir bataklık olan deltasına Avrupa şehirlerine benzer bir şehir kurmaya karar verir. Bu bataklığa şehir kurmak için ihtiyaç duyulan milyonlarca metreküp taş nasıl temin edilmiştir? Mustafa Armağan, “St. Petersburg, inşa edilişi sırasında etin taşla cayır cayır imtihan edildiği şehir olmuştur” diyor.
St. Petersburg hakkında yazılmış en güzel kitaplardan birinin Mustafa Armağan imzasını taşıdığını hatırlatmak isterim. “St. Petersburg’da Zamanlar ve Mekânlar” alt başlığını taşıyan Kuğunun Son Şarkısı’nda şehrin inşa süreci uzun uzun anlatılır. Önceleri Osmanlılardan aldığı Azak’ta Petropolis isimli bir şehir kurmak isteyen Petro, 1711 yılında Prut’ta uğradığı büyük mağlubiyetin ardından imzalamak zorunda kaldığı muahede gereğince bu şehri boşaltıp kuzeye yönelmek zorunda kalır.
St. Petersburg’un inşasına ahşap malzemeyle başlanmıştır. Ancak bir süre sonra çıkan yangınlar Petro’yu kârgir yapıya zorlayacak ve şehir, bataklığa çakılan kazıklar üzerinde, Rusya’nın ahşaba dayalı mimarisinden ve doğulu karakteri taşıyan her şeyden kopuş anlamına gelen İtalyan tarzı bir şehir yükselecektir.
Petro’nun St. Petersburg’u inşa edebilmek için Rusya’nın başka yerlerinde taş bina yapılmasını yasakladığını, ne kadar taş ustası varsa hepsinin buraya sevk edildiğini, şehre gelen her geminin ve her taşıma aracının taş getirmek zorunda olduğunu biliyor muydunuz? 1709’da Poltova savaşında esir alınan İsveçli esirlerin ve Rus olmayan Rusyalıların köleler gibi çalıştırıldığı, yıllarca devam eden inşaat sırasında açlıktan, hastalıktan, soğuktan binlerce insanın hayatını kaybettiğini tahmin etmek zor değildir. Sonuçta, bataklık üzerinde harçlarına kan ve gözyaşı karışmış muhteşem sarayları, kiliseleri, geniş bulvarları, kanalları, yüzlerce köprüsüyle Venedik benzeri muhteşem bir şehir doğar.
Osmanlılar Büyük Petro’ya “Deli Petro” derlerdi. Türkçede “deli” kelimesi aynı zamanda delice cesareti ve ataklığı ifade etmektedir. St. Petersburg’un kuruluşu, Petro’nun bu lâkabı taşımayı herkesten fazla hak ettiğini gösterir.
St. Petersburg inşa edilirken, Prut’ta kazandıkları zaferle Büyük Petro’yu açık denizlere çıkışı Baltık kıyılarında aramaya zorlayan Osmanlıların başkentinde, İstanbul’da kim bilir kaç yangın çıkmış, şehrin çeşitli bölgeleri kim bilir bu yangınlar yüzünden kaç defa yeniden inşa edilmişti. Her yangından sonra kârgir binalar yapılması yolunda fermanlar çıkarıldığı halde, böyle binaları Şeddadî bina olarak gören halk bildiğini okuyordu. Devlet de halkı pek zorlamamıştır. Rahmetli Turgut Cansever, Türk-İslâm şehrinde, büyük odak noktaları teşkil eden külliyelerin çevresindeki günlük hayatın şartlarına göre şekillenmiş sokaklar ve mahallelerin kısa aralıklarla yenilendiğini, yani her neslin kendi şehrini bir bakıma yeniden inşa ettiğini düşünürdü. Hiçbir nesil, kendisinden önceki neslin zevklerine ve ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir şehirde yaşamak zorunda değildi.
Şehir dokularında ahşabın hâkim olduğu Rusya, St. Petersburg’u taş taş inşa ederken kesin bir tercihte bulunmuş oluyordu. Bu, artık Asyalı değil, Avrupalı olduklarını, yani kimlik değiştirdiklerini ilan etmekti. Bizimkilerin Tanzimat’tan sonra geldikleri nokta…
St. Petersburg’da gezerken çok karışık duygular içindeydim. Biliyordum ki, Puşkin’in düelloya gitmeden önce oturup son kahvesini içtiği lokantayı, Dostoyevski’nin, Gogol’ün, Çaykovski’nin gezindikleri caddeleri, eserlerini yazdıkları evleri görmek mümkün. Fakat biraz düşününce, St. Petersburg’un adeta buzdolabında dondurulmuş bir şehir olduğunu fark ediyorsunuz. Burada halk, Büyük Petro’nun on sekizinci yüzyılda belirlediği çerçevede yaşamak zorunda. Zaten şehri korumak için, binalara sahipleri tarafından dışarıdan herhangi bir müdahalede bulunulmasına izin verilmiyormuş. Şehri iyi tanıyan bir dostum, dışarıdan dökülüyor gibi görünen binaların içlerinin milyonluk mobilyalarla döşeli olduğunu söyledi.
Cansever Hoca’nın yaklaşımını doğru bulduğumu çeşitli vesilelerle ifade etmiştim. Yine de mesela Nedim’in Beşiktaş’taki “hâne-i vîrân”ı, Şeyh Galib’in Sütlüce’deki fakirhanesi, Namık Kemal’in kahvesini içtiği filanca kahvehane, Yahya Kemal’in uzun yıllar yaşadığı Park Oteli, 1940 kuşağının şiirlerini yazdığı Küllük vb. bugüne ulaşsaydı, fena mı olurdu?
Dedim ya, St. Petersburg’u karışık duygular içinde gezdim. Anlatacak çok şey var; ama hepsini Mustafa Armağan o güzel kitabında anlatmış, bana bir şey bırakmamış.
28 Haziran 2012, Perşembe
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1096