Zübeyde Hanım’ın derdi Selanik’in kurtarılmasıydı
“Kadın tarihi çalışmaları”, tarih araştırmalarında ihmal edilen bir alan olma özelliğini koruyor. Birkaç istisna hariç, tarihin erkek bedenlerinin macerası olarak yazılmasına alışmış durumdayız. Ancak kadınların da kendi içlerinde bir hiyerarşi bulunduğunu görmezlikten gelemeyiz. Yani onların da yazılanları ve yazılmayanları var. Talihlileri ve suskunları, hatırlananları ve unutulanları olduğu gibi…
Mesela Halide Edip Adıvar’ın Türkün Ateşle İmtihanı başlığını taşıyan hatıralarında çizdiği Zübeyde Hanım portresinin ortak hafızamıza girmekteki inatçılığına böyle bakmamız lazım. Çok zorlamıştır ders kitaplarındaki ‘Atatürk’ün aziz annesi’ portresini de, ondandır. Hatırlayalım mı neler demişti Halide Edip bizzat karşılaştığı Zübeyde Hanım hakkında:
Tam Makedonyalı bir kadındı. Onun için oğlu, daima ilkmektepteyken istediği gibi azarladığı Mustafa’ydı. Bir yer yatağında yatıyordu. Anlaşılan hastalığı çok ciddiydi ve yaşaması bir mucizeydi. Doktor Adnan’ın [Halide Edip’in kocası A. Adnan Adıvar’ın] boynuna kollarını dolar, yanaklarını öper, elini yakalayarak doğmuş olduğu Selanik şehrinden bahsederdi.
Buraya kadar onun beşerî özelliklerini yansıtan Halide Hanım, bundan sonra ‘resmi tarihe’ ters düşecek siyasî yönlerine getiriyor lafı. Ona kulak vermeye devam edelim:
Anadolu mücadelesiyle pek ilgili değildi. İçi Selanik için yanıyordu. Oğlu Mustafa Selanik’i almadan kendine yeni bir entari yapmamaya ahdettiğini söylerdi.
Kalbi Anadolu için değil, Selanik için çarpan bir Atatürk’ün annesi portresi havsalamıza sığmadığı için olacak, Halide Edip’in bu zehir zemberek sözleri de algı kapılarımızın eşiğini aşıp içeriye girememiştir bir türlü.
Diyanet İşleri Başkanı’nın eşi seçiliyor
Algı kapılarımızın sımsıkı kapalı olduğu alanlardan birisi de, dindar insanların bu ülkenin tarihinde olumlu bir rol oynamadıkları ve oynayamayacakları saplantısıdır. Müslümanların modernlikle bağı olabileceğine inanmayanların bugün içerisine düştükleri garabeti, geçmiş hakkında konuştukları zaman da görmek pekala mümkün.
Kadınların seçme ve seçilme hakkına ilk kez ne zaman kavuştuklarını sorsak, tarih bilgisi olanların ezberlerinden “1930” cevabı sızacaktır. Doğrudur, yerel seçimlerde o yıl ilk kez kadınlara bu hak tanınmıştı. Ancak bu ilk seçimlerde belediye meclislerine seçilen üyeler arasında ilginç örnekler sadece Sabiha Zekeriya Sertel’den ibaret değildir.
Mesela Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında en büyük destekçilerinden olup İstanbul’dan gelen fetvaya karşı bir fetva vererek Milli Mücadele’nin dinî açıdan meşruluğunu onaylayan, dahası destekleyen ve 1924’den 1941’deki ölümüne kadar tam 17 yıl boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı görevini sürdüren Rıfat Börekçi’nin hanımı Samiye Börekçi’nin Ankara Belediyesi Meclisi’ne seçildiği nedense es geçilir. Oysa Türkiye’deki dinî hiyerarşinin tepesindeki adamın, yani bir nevi Şeyhülislamın hanımının Belediye Meclisi’ne üye seçilmiş olması hiç mi önemli değildir ki, Türkiye’de kadınların tarihlerine dahil olmaya değer görülmemiştir?
Bunun sebebi sakın Samiye Hanım’ın, tıpkı Hayrünnisa Hanım gibi başının kapalı olması olmasın! Sabiha Zekeriya ‘solcu’ ve ‘modern’ olduğu için incelenir ama bizzat Atatürk’ün direktifiyle seçilen Samiye Börekçi, başı kapalı olduğu için hafızamızın kuytu köşelerinde uyumaya terk edilir. Meşhur çifte standardımız kadın tarihinde de kendini ele veriyor anlayacağınız.
Demek ki diyorum, kadınlar bile kadınlara karşı ayrımcı davranabiliyorlarmış!