Ölüleri beklemek

Ölüleri beklemek
Deprem bölgesinde üçüncü hafta yaşanırken, gelen haberler arasından birisi baştan beri dikkatimin cımbızından hiç kaçmadı. Enkaz altında hala yakınları yatan depremzedeler, cenazeleri çıkarılmadığı için onları bırakıp çadırlara gidemiyor, yağmur çamur demeden ne halde olursa olsun onların cenazelerinin çıkmasını büyük bir sabırla bekliyorlarmış.

Ne büyük fedakarlık! diye düşünenler varsa hemen uyarmalıyım: Bu bir fedakarlık değil, düpedüz insan oluşumuzla bağlantılı bir durum. Hatta insanoğlunun yerleşik hayata geçmesi, yani şehirli oluşu ile de kuvvetli bağlantısı olan bir hadise bu.

Bazan kelimelerin başlangıçtaki anlamları ele verir üzerini örtüp görmek istemediğimiz hakikati. Onları zaman zaman deşmekte büyük yarar var.

18. yüzyılın ünlü İtalyan düşünürü Vico, Latince “insan” anlamına gelen “human” kelimesinin “törenle ölü gömmek” anlamındaki “humandate”, “humandatare” fiillerinden geldiğine çeker dikkatimizi. Ölü gömmek, Vico bu etimolojik bağlantıyı ısrarla ve önemle vurguluyor, insanı hayvanlardan ayıran fiillerin başında gelmektedir. Bazan hayvanlar arasında da ölülerini gömenlerine rastlanabiliyor, lakin ölüsünü gömmenin üzerine bütün bir türün adını bina edecek kadar ölümle haşır neşir olan, ölüm üzerine başlı başına bir hayat tarzı ve kültür geliştiren, nihayet onu kurumlaştırabilen tek varlık, sadece ve sadece insandır.

Düşünün ki, insan, insan oluşunu bile ölülerini gömmeye, onların başında beklemeye, onların etrafında yeni bir hayat kurmaya borçlu!

Lewis Mumford da yerleşik hayatın, yani şehir hayatının ölüler vasıtasıyla başladığını belirtir. Bulduğu formül, paradoksal gibi gelse de, manidar ve derinliğiyle etkileyicidir: “Yerleşik hayata ölüler dirilerden önce geçmiştir.”

Medeniyet ölüler sayesinde başlamıştır başka bir deyişle. Eğer ölüp de gömülen kabile büyükleri veya saygın din adamları olmasa, onların mezarları etrafında yerleşmeler başlamasaydı, insanoğlu bu koca yeryüzünde “merkezsiz” bir şekilde bir diyardan öbürüne sürüklenecek ve yerleşik hayata geçemeyecekti: Ölülerin şehri, yani mezarlıklar sağların şehrinden önce ortaya çıkmıştır. “Bir anlamda” der Mumford, “Ölülerin şehri, her yaşayan şehrin öncü çekirdeğidir.” (The City in History, London 1961, s. 7.)

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de, iki kabilenin övünme yarışına girdikleri, bunun üzerine gidip atalarının mezarlarını saydıkları ve daha çok mezarı olan kabilenin daha üstün kabul edildiği bir adetten bahsedilir (Tekasür, 1-2).

Demek ki ölülerini enkazın altında bırakmayıp yaşlı gözlerle sıranın kendi ölülerinin çıkarılmasına gelmesini bekleyenler, aslında en temel insani dürtülerden biriyle hareket ediyorlar. Ölülerinden kopamayan bir toplum, her şeye rağmen hem insanlığını, hem de medeniliğini sürdürüyor demektir.

Kobe’den ders almak

Tv’lerden eminim siz de benim gibi izlemişsinizdir: Japonlar 1 Eylül’ü, 1923’teki 140 bin kişiyi kaybettikleri günün anısına deprem günü olarak anıyor ve ülke çapında tatbikat yapıyorlar. Okullarda, iş yerlerinde, medyalarda verdikleri deprem eğitimi işe yaramış mı diye kontrol ediyorlar o gün.

Aklıma takıldı: Depreme bu kadar hazırlıklı olan bir toplum, Kobe’de neden 5 bin küsur ölü verdi acaba?

İnternetteki deprem sitelerinden öğrendiğime göre meğer can kaybının asıl büyük kısmı depremden değilmiş. Ya nedenmiş biliyor musunuz? İyi niyetli; ama o anda paniğe kapılmış bir elektrik idarecisi, kurtarma çalışmaları daha hızlı yürüsün diye otomatik olarak inmiş olan şalteri kaldırıp şehre elektrik verince patlak veren yangınlardan! Japonlar o gün bugün o şaltere yanıyorlarmış!

Halktan korkmak

Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar adlı hatıratında halk evlerinin köye açılma yıllarında köylünün “halktan” sayılmadığını söyler; buna mukabil halkçılık denilince akla köylerin gelmesindeki garabete de değinmeden edemez.

Aydın-halk çelişkisinin Yaban’dan beri yakamızı bırakmadığına, en son deprem felaketi sırasında bölgeyi ziyaret eden siyasilerimizin gördüğü tepkiler karşısında otobüs camları artı koruma ordularının ardından halkı selamlamakla (!) yetindiklerini görünce iyiden iyiye kanaat getirdim.

Gerçekten de niçin yöneticilerimiz halkla bütünleşemiyor, ondan ürküyor, çekiniyor, bire bir muhatap olamıyorlar? Seçim meydanlarında kule gibi platformlardan halka tepeden konuşmaya gelince varlar, televizyonlardan göz göze gelmedikleri güruha karşı esip gürlemeye, “aziz vatandaşlarım” nutuklarına sığınmaya gelince varlar; fakat enkazdan iki tane taş kaldırmaya, mağdur bir çocuğun pabucunu bağlamaya yahut iki çift sözle şikayette bulunmaya gelince sıra, ara ki bulasın onları!

Bir de şunu anlamıyorum: Başbakan’a çalışmalardan şikayetçi olan kadın, “görevlilerce” içeri alınıp sorgulanmış! Bu, vatandaş boğazına kadar derde gömülse de şikayet etmemeli, devletin her yaptığını sineye çekmeli anlamına mı geliyor? Yani şikayet edilince devlet mi sarsılıyor? Bunlar bir şikayetlik canı olduğunu zannediyorlar herhalde devletin!

Sivil ruh ayağa kalk

17 Ağustos depremi, devletten önce halkın seferberlik ilan ettiği bir felaket oldu. Lapseki’den kalkıp İzmit’e gelen ve depremzedelerin su alan ayakkabılarını bedava tamir eden dededen elleriyle yaptığı poğaça ve börekleri deprem bölgesine gönderen İzmirli hanımlara kadar gerçekten göz yaşartıcı sahneler yaşandı halk arasında.

Tabii bu kadar kendi işini kendisi görmeye alışan bir toplum, yeri geldiğinde devlet adamlarına tepkisini belli etmekte gecikmeyecekti.

Şunu merak ediyorum idare sistemimiz bakımından: Ya bu deprem Marmara Denizi gibi müthiş bir ulaşım kolaylığının etrafında değil de Anadolu’nun ücra şehirlerinde vuku bulsaydı, ya depremi İstanbul ve Bursa gibi iki sanayi devi az hasarla atlatmasa ve yardımlarını hemen boca edemeseydi, ya sivil inisiyatif de bu kadar erken işe koyulmasaydı, depremin bilançosunu tasavvur edebiliyor musunuz? Bu kadar büyük üç avantaj varken 48 saat sonra olaya müdahale edebiliyorsa idaremiz ve bugün bile çadır açığı devam ediyorsa, beterinden gerçekten Allah korusun!

Halk şikayet ve hatta isyan etmekte haklı bir bakıma. Ancak bunun bir sivil uyanışa dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Zira sivil uyanış, tehevvürler ve heyecanlarla değil, bir şeyler yapma azminin uzun vadede kurumlaşmasıyla vücut bulur.

Bir cevap yazın