Abdülhamid’in halkçılığı

Abdülhamid’in halkçılığı

10 Şubat günü, Sultan II. Abdülhamid’in vefatının 84. yıldönümüydü. Ne acıdır ki, bu önemli yıldönümü eski tabirle “meskût” geçildi. Oysa kendimizi ve dünyayı anlamakta kaçırılmayacak bir fırsattı. N. Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han adlı kitabını şu anlamlı cümleyle noktalar: “Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak demektir.” Siyasî ve kültürel tarihimiz açısından Abdülhamid, sonradan ayrışacak ve keskinleşecek bir yol kavşağında bütün ihtişamıyla hâlâ duruyor ve anlaşılmayı bekliyor.

Abdülhamid’i diğer yöneticilerden ayırd eden şey neydi? Onu, modern tarihimizin içinde benzersiz kılan ve bugüne kadar yaşatan etkenler nelerdi? Aradan geçen sürede her şey neredeyse tanınmayacak kadar değişime uğradığı halde hâlâ neden tartışmak ihtiyacını duyuyoruz Abdülhamid’i? Yoksa o hâlâ hazmedemediğimiz bilgi ve fikirleri taşıyan bir “saatli bomba” özelliğine mi sahipti? Abdülhamid’i sıradan bir padişah olmaktan çıkartıp bugün tartıştığımız tarihî şahsiyet haline getiren dinamiği anlamak önemli. Osmanlı Devleti’nin “93 Harbi” dediğimiz 1877–78’de Rusya ile girdiği savaştan ağır yaralar alarak çıkması sonucunda Abdülhamid, bir yandan Tanzimat’la başlayan yeniden yapılanma sürecini hızlandırdı; ama öbür yandan Tanzimat’ın sosyal bünyede açtığı yarayı, yani reformların devleti hızla halktan koparmakta olduğu gerçeğini görerek halkla kaynaşmanın, reformları halka benimsetmenin çareleri üzerinde düşündü ve bu çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırdı. İşte onu hem sadık bir Tanzimatçı yapan, hem de Tanzimat’ı epeydir ihmal edilmiş bulunan dinî–millî değerlere göre yeni baştan yapılandırıcı bir “Restoratör” konumuna oturtan bu karmaşık vizyonunu tam olarak anlayamadığımız içindir ki, kendisine uygun bir yer biçemiyoruz. Aydınlar onu anlamaya yanaşmadı; ağır eleştirilere, ithamlara, hatta iftiralara uğradı ama onların birer “hain” olduklarına hiçbir zaman inanmadı. Sadece “aldatılmış” birer “çocuk”tu onlar. Abdülhamid, yatırımlarını, modern bir imparatorluk olmak için gereken birkaç noktada yoğunlaştırmayı seçti: Halkın eğitim ve bilgi seviyesini yükseltmeyi temel hedeflerinden biri olarak ortaya koydu; çok geniş ama birbiriyle bağlantısı büyük ölçüde kopuk parçalardan oluşan vatan topraklarını demir yolları, kara yolları ve telgraf gibi araçlarla örmeye çalıştı; dış politikada kendisinin bir “kurt” olmadığını bile bile bir kurt gibi davranmaya çalışarak (“kurtlarla birlikte ulumak” deniliyor buna) iç düzenlemeler sonucunda yetişecek nesil adına vakit kazanma çabasına girdi. En önemlisi de halkıyla kaynaşmış bir liderdi.

Hanımı Fatma Pesend Sultan’ın 1897 Yunan Harbi sırasında sarayın durumunu anlatan satırları, bugünkü yöneticilere ibret numuneleri taşımaktadır: Yıldız Sarayı Harem Dairesi’nin savaş sırasında orduya giyecek dikilen büyük bir atölyeye dönüştüğünü öğrendiğimiz bu notlarda Abdülhamid’in her gün hastanelere koşarak yaralıları ziyaret ettiğini, tek tek ihtiyaçlarını sorduğunu, hatta hemşirelerin yapması gereken işi de üstlenerek gazilerin ateşlerine bakıp doktorlara haber verdiğini görüyoruz.

Bir gün bacağını kaybeden bir askerin halinden çok müteessir olan koca Padişah, bu gaziye acısını unutturmak istemiş. Marangozluk da elinden geldiği için gazinin yürürken işine yarayacak bir baston yapmış ve kendi eliyle askere hediye etmiş. Rivayete göre bu güzel davranış yıllar yılı İstanbul mahallelerinde bir efsane gibi söylenmiş durmuş. Bir Cumhurbaşkanı Sezer’in Afyon seyahatinde otomobilinden dışarı çıkamayışını düşünün, bir de Abdülhamid’i hastanede koştururken gözünüzün önüne getirin…

12.02.2002

Bir cevap yazın