Batı modernliği ve biz

Batı modernliği ve biz
İslam’ın Serüveni’nin yazarı Hodgson’ın üzerinde durduğu husus, modernlik eğer köklerden tam manasıyla bir kopuş şeklinde anlaşılmak gerekiyorsa, bunun Batı’da değil, asıl Doğu’da gerçekleştiğidir. Batı’da araçsal aklın ürünleri, yani teknoloji ile Touraine’in sözünü ettiği öznel dünya, yani değerler dünyası arasında her şeye rağmen bir ortak-yaşarlık (symbiotic) ilişkisi kurulmuş durumdadır. Bunlar birbirlerinden ayrılma eğiliminde olsalar da birinde ortaya çıkan bir değişme diğerinden mukabele görmekte ve etkileşim halinde yaşamaya devam etmektedirler. Bu açıdan Batı kültüründe geçmişinden, köklerinden kopma diye bir şey söz konusu edilemez, zira hiç değilse kurumsal bazda temel süreklilikler korunmuştur. Bugün Cumhuriyet’ten önceki otorite ve işlevini büyük ölçüde koruyan ve sürdüren ordu dışında hiçbir kurumdan söz edemez durumdayız Türkiye’de. Oysa Fransız Akademisi’ne, saatleri bile değiştirmek isteyen İhtilalciler tarafından dokunulamamıştır ve halen ayaktadır. Öyleyse Batı kültürü ciddi bir geleneksellik içermektedir. Öbür taraftan modernleşme süreçlerinde Doğu toplumları, Toynbee’nin “Herodian” dediği bir tavırla kendi kurumsal değerlerinin başını kesmekle işe başlamıştır. Bu yüzden modernlik kendi köklerinden kopuş demekse bunu Doğu toplumlarının Batı’dakilerden daha iyi başarmış olduklarını söyleyebiliriz!

Ne geleneksel İslam toplumları ve devletlerinin tarihin belli bir anında medeniyet yarışından kendi rızalarıyla diskalifiye olduklarına inanıyorum, ne de değişmediklerine. Gerçekte değişmeyen hiçbir toplum gösterilemez de. Ancak değişme sadece belli bir coğrafyadaki hareket anlamında değil, zamansal değişme olarak ele alınırsa modern dönemin kendisine mahsus veçhesi ayan beyan hale gelir. Değişmenin hızı artmıştır, hatta Paul Virilio’nun sözlerine inanacak olursak hız kavramı bile yetersiz hale gelmiştir günümüzü anlatmak için. Eğer dede kasap, oğul elektrikçi, torun da doktor oluyorsa burada bir zamansal değişmeden söz edebiliyoruz. Modern toplum bütün bu mesleki tercihlerin bir ve aynı anda yapılabildiği bir toplum düzenini sunmaktadır üyelerine. Ancak geleneksel dönemde her ne kadar değişme varsa da, kontrollü ve istikrarı güvence altına alınmış bir değişme söz konusudur.

Asıl üzerinde durmak istediğim nokta, değişmeyi sadece modern döneme mahsus bir fenomen olarak değerlendirmenin hatalı bir davranış olacağıdır. Buna Hegelci tarih şemasının bizim aydınlarımız tarafından sorgulanmadan benimsenmesinin yol açtığını düşünüyorum. Bazılarına göre Bağdat’ın Moğollar tarafından yakılmasından sonra, bazılarına göre ise Kanuni’nin ölümünden itibaren İslam dünyası büyük bir duraklama ve gerileme dönemine girmiş, yeni hiçbir şey üretilememiş, özgün olan ne varsa Batı’dan çıkmıştır. Bugünkü geriliğimizin temel sorumlusunun toplumun tasavvufa meyletmesi olduğunu söyleyenler, hatta Eş’ariliğin yaygınlaşmasının böyle bir ruhi atalete yol açtığını ileri sürenler de az değildir. Buna felsefe derslerinin medreseden çıkarılmasının yol açtığını söyleyenler olduğu kadar ticaret yollarının değişmesini ekleyenler de olmuştur. Ancak hep bir tek değişkenden yola çıkan bu “tekçi” açıklama biçimleri, aynı andaki birçok toplumsal yapıyı ve neredeyse 600 yıllık bir büyük tarihi macerayı bu kadar cılız bir teorik aygıtla açıklayabileceklerini düşünüyorlar.

Halbuki tarih, hele hele 600 yıllık bir tarih ve İslam coğrafyası gibi muazzam çeşitlilikteki bir dünya hakkında bu kadar uluorta hükümler vermenin kime ne faydası dokunur? Buradan sağlıklı bir tarih felsefesinin çıkma ihtimali var mıdır?

İşte Hodgson, Braudel ve Wallerstein gibi gerçekten de tarihin örtüsünün altına bakmayı prensip haline getirmiş tarihçiler, hayat kadar çok-değişkenli bir tarih bakışını yerleştirmeye çalışmışlardır. Hodgson’ın modernlik anlayışı, daha çok, sosyal yatırımların arttığı bir iktisadi ve siyasi yapılanmayı ifade etmektedir ve bu yapının Batı’da ortaya çıkmasının zorunlu olmadığını, eski dünyanın o günkü şartlarının Batı’da olmasa da başka bir yerde modernliği ortaya çıkartacağını öngörmektedir. Tartışılabilir tabii ki. Asıl vurgulamak istediğim, inhitat paradigmasını sürdürmekle kendimizi tarihi bir aktör olarak tamamen tarihin dışına iteceğimizdir. Amacımız buysa bir diyeceğim yok. Ancak hem Osmanlı kültürünün özgünlüğünü savunmak, hem de bir noktadan itibaren her şeyin durduğunu, bittiğini, tekrara düşüldüğünü söylemek, sizi bilmiyorum; ama bana hiçbir şey söylemiyor.

Bir yanıt yazın