• Home
  • Genel
  • iyalog filozofu Gadamer: “Şiirsiz felsefe olmaz”

iyalog filozofu Gadamer: “Şiirsiz felsefe olmaz”

iyalog filozofu Gadamer: “Şiirsiz felsefe olmaz”

Heidegger-sonrası hermenötik (yorumsama) felsefesinin en önemli ismi olan Gadamer’in 100 yaşına girdiğinden söz etmiştim salı günkü köşemde. Çağdaş hermenötiğin “cesur yürek”i Hans-Georg Gadamer ile Radical Philosophy dergisinde yayınlanan, üniversiteden başlayıp felsefeyi yaşamaya, sohbetten yazıya, şiirden felsefeye kadar yayılan yoğun; ama oldukça özlü bir söyleşiden bir bölümü bu “şiirsiz günler”de çevirip sunuyorum sizlere.

Şiir sizin için daima önemli olmuştur, hatta bir seferinde felsefenin daha çok şiir gibi yazılması gerektiğini ifade etmiştiniz. Felsefe üzerine yazmak size kolay geliyor mu? Yazmak sizin için zevk verici bir eylem mi?

Gadamer: Hayır. Yazmak tam bir eziyet benim için. Bir işkence. Diyalog harika, hatta bir röportaj şeklinde bile olsa! Fakat yazmak benim için her zaman müthiş bir işkencedir kendi kendime yaptığım. Bildiğiniz gibi temel eserim altmışımdayken yayınlanmıştır. O sırada hoca olarak itibarım epeyce yüksekteydi ve uzun bir süredir tam yetkili bir profesördüm. Ne ki yayınlanmış çok fazla bir şeyim yoktu. Hocalıktaki enerjimden daha fazlasını sarf etmem gerekti kitap için. Orada da modern ses kayıt cihazları imdadıma yetişti. Şimdi bir ders verirken, normal olarak önümde bir müsvedde olmadan konuşacağımı herkes bilir. Lakin işte şu döşemenin üzerinde bütün derslerimin deşifre edilmiş hallerini görebilirsiniz. İlk deşifre etme tecrübelerimi hatırlıyorum da şöyle düşünmüştüm: Bu imkansız-bu makina yeterince dikkatli bir şekilde kaydetmiyordu. Bundan fazlasını söylediğimden de bal gibi eminim! Bu yüzden deşifre edilen metne daha sonra, konuşurken aklımdan geçen başka şeyleri ilave etmek zorunda kaldım. Canlı konuşma ile yazma taleplerine saygım arasında iyi bir uzlaşma bulduğumu söyleyebilirim. Dostum Dolf Sternberger bana daima şöyle derdi: “Aramızda dağlar kadar fark var – Ben önce düşünüyor, sonra yazıyorum; sen ise önce konuşuyor, sonra yazıyorsun.”

Felsefe ile felsefe öğretimi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Felsefeyi temelde hoca ile öğrenci arasındaki bir diyalog olarak mı görüyorsunuz? Böyleyse şayet, bu tür öğretimin modern üniversitede mümkün olduğu kanaatinde misiniz?

Sorunuz güzel. Ancak şöyle de sorabilirdiniz: Modern üniversitenin yaşayabileceğine inanıyor musunuz? Bundan kesin olarak emin değilim. 50-60 yıldan daha fazla bir süredir faal öğretim tecrübesi içindeyim. Diyebilirim ki, felsefe alanında gerçek bir eğitim daima bir diyalogdur. Ben her zaman giriş mahiyetinde dersler verdim. Zira bu dersleri vermek en güçlü görevlerden biridir. Müptedilerin, onları düşünmeye davet eden bir hocanın açıklığına hakikaten ihtiyaçları vardır. Hocanın üstünlük gösterisi, hiç şüpheniz olmasın düpedüz zehirleyici bir etki yapar. Bir açıklamanın ne olması gerektiğine dair bir tanımım vardır. Bir açıklama, bir insanın cevabını bilmediği bir sorunun, karşıdaki adaya sorulmasında temellenmelidir. Bundan sonra artık ben başlayabilirim. Bunu o kullanabilir mi? Benim sorunun çözümüne duyduğum ilgiye karşılık verebilir mi? Ancak çok nadir olarak açıklamaları yönlendiririm ve daima bir diyaloğa sokulması gerektiği ilkesiyle çalışırım.

Ve bir diyalog tam da düşündüğüm şeyden emin olmadığım zaman başlayabilir. Bu ise kalabalık katılımcılarla yapılması mümkün olmayacak bir şeydir. Fakat Almanya’da felsefe, normal olarak okullarda öğretilir. Ve ikna edici gerekçelerle Dilthey tarafından şöyle dile getirilmiştir: Felsefe fazlasıyla zordur – görüyorsunuz, yalnız genç insanlar için değil, hocalar için de zordur! Onlar eğitime felsefenin çapraşık, zor anlaşılır bir şey olduğunu söyleyerek başlarlar. Oysa insan zihninde felsefeyi geliştirmenin doğru yolu bu değildir. Sadakat, dürüstlük ve felsefe…

İran’da kadınlar

Geçtiğimiz hafta sonu İran’da yapılan seçimler basınımızın görülmemiş derecede bir alakasına sahne oldu. Önce büyük bir koro halinde reformcuların kazanacağı, mollaların yenileceği iddia edildi, ardından da sonucu zaten belli olan seçimlerde “reformcu kanat”ın kazanması üzerine davul zurnayla İran’da değişimin başladığı iddia edilmeye başlandı. Sanki İran bizden çok geri bir ülkeymiş gibi!

İran, bazı alanlarda sandığımız kadar “geri” bir ülke değil. Belki devrimden sonra kadınlara tesettürsüz sokağa çıkma yasağı getirmiştir; ama bu sokakta tanımadığınız çarşaflı bir İranlı kızla rahatça muhabbet etmenizi engellemiyor. İstanbul’un göbeğinde bile başı açık bir kız, kendisine yaklaşan bir erkekle konuşma noktasında son derece çekingen davranırken Tahran’da çarşaflı bir kızla yumurta kuyruğunda rahat rahat dertleşebilirdiniz devrimin ilk yıllarında bile! Velhasıl İranlı kadınlar, bizim Anadolu-Rumeli coğrafyasındaki Osmanlı muhafazakarlığı ve mahremiyet ideolojisinden nasiplerini almamış olduklarından kamusal alanda çok daha rahat bir şekilde görünebilmektedirler.

Son seçimin kesin sonuçları henüz tam olarak açıklanmış değil; ama İran Meclisi’ndeki kadın milletvekillerinin oranı, bir önceki seçimlerde, bizim önceki Meclis’imizden (yüzde 2,5) oran olarak daha yüksekti (yüzde 4). (Bizde ancak 17 Nisan 1999’da yüzde 4’e çıktı bildiğiniz gibi.)

Hatta Coşkun Aral’ın belgeselinde (Haberci, 23 Şubat 2000) gördüğümüz kadarıyla kadınlar kahvelerde bağdaş kurup ellerinde sigara meddahı dinleyebiliyor, hatta nargile bile höpürdetiyorlar. Anlaşılan, bizim feministlerin İran’ı gezip görmelerinde sonsuz yarar var gözlerinin açılması için.

Daha da ilginç görüntüler vardı Haberci’de. Mesela başlarını açmak isteyen Hıristiyanlar kiliselerine gidip açabiliyorlar. “Sapık” bir din olarak kabul edilen ateşe tapan Zerdüştlerin bile inanılmaz bir ibadet hürriyetleri var. Coşkun Aral’ın konuştuğu Museviler büyük bir rahatlık içinde dinlerini yaşadıklarını söylüyorlardı!

Bir de bize bakın. Şurada beş on bin mensubu ya kalmış ya da kalmamış olan Ermenilerin şu son günlerde burunlarından fitil fitil getirdiklerimizi bir düşünün. 6-7 Eylül provokasyonlarını tekrar hatırlayın. Varlık Vergisi’ni ve diğerlerini… En basitinden, üniversitede okumayı bile başörtüsü yüzünden dinini yaşamak isteyenlere haram eden zihniyetle İran’daki uygulamaları karşılaştırın, ondan sonra konuşun lütfen.

Elbette İran’da İslam adına yapılan uygulamaların hepsini tasvip etmemiz düşünülemez. Ne var ki bugün Türkiye’nin içine girdiği tahammülsüzlük ve diyalogsuzluk atmosferinde çuvaldızı önce kendimize batırmanın zamanı gelmedi mi artık?

Bir cevap yazın