• Home
  • Genel
  • Karlofça’da direnen “Denktaş”

Karlofça’da direnen “Denktaş”

Karlofça’da direnen “Denktaş”
Şu Türk Tarih Kurumu’na ne demeli bilmem. Yahu, insan 34 senedir basıp durduğu bir kitabı hiç mi kontrol ettirmek ihtiyacını duymaz? Hatalardan geçilmeyen ve eksik gedik tercümesiyle, bozuk Türkçesiyle bu kitap yıllar yılı bilimsel bir eserin çevirisi diye satıldı ve işin garibi, kimseden de şikâyet sadası yükselmedi.
Hangi kitap mı? Canım, Bernard Lewis’in şu meşhur “Modern Türkiye’nin Doğuşu”ndan bahsediyorum. Kütüphanemde 1998’de yapılmış 7. baskısı var. Her okuyuşumda sinir olup duruyordum. Nihayet sahaflardan 1968’de basılmış İngilizce aslını buldum da rahatladım.
Çok kıymetli olduğundan değil; 1960’ların başlarında modernleşme tarihimizin ilk derli toplu değerlendirmesi olduğu için üzerinde duruyorum. Özellikle İngilizce literatürde uzun süre büyük bir boşluğu kapatan bu kitap günümüzde epeyce demode olmuş, en önemlisi de perspektifi pörsümüştür. Gelin görün ki, hâlâ birçok akademik yayınımızda Lewis neredeyse “Hüccetü’l-Modern İslâm” sayılmaktadır.
Allah aşkına şu Karlofça hakkında söylediklerine bir bakın: “26 Ocak 1699’da imzalanan Karlofça barış antlaşması, bir devrin kapandığını ve bir başka devrin açıldığını ilan eder. Bu, Osmanlı Devleti’nin hezimete uğradığı bir savaş sonunda mağlup taraf olarak barış masasına oturduğu ve uzun bir süredir idaresinde tuttuğu ve Darülislam’ın parçası sayılan geniş toprakları kâfirlere bırakmak zorunda kaldığı ilk antlaşmadır. Karlofça, 18. yüzyılın uğursuz başlangıcını temsil ediyordu.”
Son cümlenin TTK’nın bastığı Prof. Metin Kıratlı tercümesinden buharlaşmış olmasını bir an için görmezden gelirsek, Lewis’in bu edebî pasajında okuyucusunun başını uğultulu bir girdaba sokmak için didindiğini fark ediyoruz. Bu anlaşmayla bir devir “kapanmış” ve yenisi “açılmış”tır! Üstelik, başlayan da, “uğursuz” (fateful) bir devirdir!
Diplomasi bilmeyen Osmanlı?
Oral Sander’in “Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü”, Osmanlı diplomasi tarihi konusunda çok derinlikli olmasa da en azından insaflı bir kitaptır. Sander, hiç değilse Çetin Altan gibi “Osmanlı diplomasi nedir bilmezdi, sade savaşmasını bilirdi” yollu tekerlemelere karnı tok biridir. Hatta Osmanlı idarecilerinin yalnız yükseliş döneminde değil, çöküşün en son merhalelerinde dahi “kararlarını kendilerinin verdiğini” söylemesi, yani birer özne olduklarını beyanı bayağı bir bahadırlık sayılır. Hele kitabının sonunda Osmanlı’nın emperyalizme teslim olmaktansa küllerinden yeniden doğmak için intihar etmeyi seçmiş “onurlu bir Anka kuşu” olduğu benzetmesi, harikulade güzelliktedir.
Lakin Sander de Karlofça konusunda Lewis’in izinden giderek onun Osmanlı’yı ısrarla modern dünyadan Ortaçağ’a postalama gayretlerine can u gönülden iştirak eder. Lewis’e göre Osmanlı Devleti bir Ortaçağ devletiydi, bütün gayretine rağmen ekonomisi ve bürokrasisi Ortaçağ’dan çıkamamıştı. Bu sebeple hızla modernleşen bir devletler dünyasında pek az yaşama şansı vardı. Kısacası, çökmesi kaçınılmazdı, çöktü. Ruhuna Fatiha!
Lewis’in Osmanlı’nın gerileyip çökmesi üzerinde bu kadar ısrarla durması, aslında kafasındaki temel bir şablonun eseriydi: Modern Batı, ilerlemecidir, gelişmecidir, yenilikçidir, dinamiktir. Buna karşılık Osmanlı (Doğu), 16. yüzyılın ortalarından itibaren durağanlaşmıştır, yerinde saymaktadır, modern olana ilerleyeceğine, tersine giderek Ortaçağ’a dönüp kapanmış, böylece çöküşünü hızlandırmıştır. Karlofça antlaşması da bu duraklama ve gerilemenin startını vermiştir.
Günümüzde tarihçiler ilerleme-gerileme kavramlarını son derece ihtiyatla kullanmak gerektiğini söylüyorlar. Öyle uluorta ‘Şu devlet ilerledi, bu devlet geriledi’ gibilerinden maç spikerliğini andıran tarihçilik anlayışı miadını doldurdu. Artık tarihe onu yapan aktörlerin mantığından da bakmayı öğrenmeliyiz. Demokratik bir tarih pratiğine erişmek istiyorsak, ne kadar aykırı olursa olsun sorularımızı cesaretle sormalı ve alternatiflerin tükenmeyeceğini bilmeliyiz.
Kışkırtıcı sorum şu benim: Eğer gerileme döneminde her şey bozulduysa, Osmanlı Devleti nasıl oldu da Karlofça’da Rami Mehmet Paşa gibi başarılı bir diplomat çıkarabildi ve ustalıklı diplomatik manevralara girişerek bu en ağır antlaşmayı imzalarken bile masadan başı dik kalkabildi?
Karlofça’da başı dik bir Osmanlı
İçinizden belki de, “Nasıl? Karlofça ve başarı, öyle mi? Bu kadar toprak kaybettiğimiz bir antlaşmada hangi akla hizmetle başarıdan söz edebilirsin?” diyorsunuzdur. Hayal gördüğümü veya hamaset yaptığımı bile düşünenler olabilir.
Ben bardağın dolu tarafından bakmayı yeğliyorum. Siz isterseniz -bir faydası olacaksa- boş tarafından bakmaya devam edin,. Kıbrıs barış görüşmelerinin devam ettiği şu günlerde Karlofça barış antlaşmasını ve cereyan tarzını iyice öğrenmeye ihtiyacımız var. Dahası, II. Viyana seferinde uğradığı bozgunla Osmanlı’nın belinin kırıldığını düşünmeye pek hevesli olan yazarlarımıza, içerisine yuvarlandıkları abesle iştigal uçurumunun kıyısında yetişmemiz ve olanı biteni doğru dürüst anlatmamız gerekiyor.
Zira Lewis’in tarihimizin hal ve gidişatını içine soktuğu mağaranın sonu, maalesef Ortaçağ’ın karanlığına açılıyor. Bunun, tarihçiliği bir savaş baltası olarak kullanmaktan farkı olabilir mi? Dahası, tarihçilikle bir alakası olabilir mi? Nitekim çağımızın dev tarihçisi Braudel, Osmanlı Devleti hakkında kullanılan “gerileme” kavramının, aydınlattığından daha fazla şeyi karanlığa boğduğunu söylüyor, kullanılmasa daha iyi olacağını tavsiye ediyordu.
Neyse, gelecek hafta iyice açmak üzere şimdilik Karlofça üzerindeki örtüyü hafifçe aralıyorum: Doğru, Karlofça, Osmanlı Devleti’nin o zamana kadar uğradığı en büyük toprak kayıplarını görüşmek üzere masaya oturduğu bir antlaşmaydı. Ama oturduğu masa aslında tek değildi. Osmanlı heyeti Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya’ya karşı 4 cephede birden savaştıktan sonra 4 ayrı masaya oturmuş ve görüşmeleri, o zamana kadar diplomatik bir tecrübesi olmayan Reisülküttab Rami Mehmet Paşa eliyle yürütmüştü. Daha da önemlisi, 1200 kişiyi bulan Osmanlı heyetine, hiç de zannettiğimiz gibi yalvar yakar olup ‘Bir an önce şu işi bağlasak’ havası hakim değildi. Tam aksine, devletin izzetini korumak ve işgale uğramış topraklarından mümkün olan en büyük hisseyi geri almak inanç ve gayretiyle hareket ediyorlardı. Sonuçta Kutsal İttifak heyetleri, diz çöktürdüğünü zannettiği Osmanlı tarafından, tahmin ettiğinden daha az toprak kopartabilmişti. Osmanlı heyetinin topraklarını neredeyse taş taş, köy köy müzakere ettiğini, bazen Temeşvar gibi şehirleri vermemek için ne büyük bir inanç ve kararlılıkla mücadele ettiğini öğrenmek için zahmet edip İstanbul’un bir semtine ismini bağışlayan “Rami” Mehmet Paşa’nın elyazısıyla kaleme aldığı “Karlofça Mükâlemesi”ni okumak gerekecektir. O Mehmet Paşa ki, daha birkaç yıl önce kendisini elçi kılığında gizleyerek Avrupa’yı cevelan eden Petro’nun maceralarından bile haberdardır! (Hani sarıklı Osmanlı dünyaya kapanmıştı?)
Gözlüklerimizi değil, beynimizin işleyiş şeklini değiştirmekten başka çaremiz yok.

Bir yanıt yazın