Ramazan’ın yakılan yüzü

Ramazan’ın yakılan yüzü
Kantolar, ortaoyunları, düetler, tiyatro kumpanyaları, Hayalî Küçük Ali’ler, Jerfin Hanımlar, Direklerarası’nın türlü eğlence mekânları ve kadınların göz süzerek gönül avladıkları, erkeklerin piyasa yaptıkları Ramazan akşamları…
Önce radyo, sonra TV’nin Türk ailesine pompaladığı geçmiş Ramazan imajı aşağı yukarı böyle bir şey. Sanki bütün İstanbul halkı sokaklara dökülüp o tiyatro salonu senin, bu kantocu benim, tur atmaktadır.
“İyi güzel de, bunların içinde Ramazan nerede, gören var mı acep?” diye sormak gerekmez mi? Nerde şu otobüslere doluşup camileri, türbeleri, yatırları ziyaret eden Anadolu kadınları, her zaman oruca saygı için olmasa bile azalan müşteriler yüzünden yılın bir ayında kapanan meyhaneler, çocuk iftarlarının doyumsuz heyecanları, tam iftar vakti komşunuzun mutfağından kanatlanıp sofranıza konan sıcacık çorbalar, mahyaların şehrin karanlık gecesine açtığı nur menfezleri, o uzun; ama bittiğinde içimize bir insan gibi bağdaş kurduğunu hissettiğimiz teravihler, fakir fukaranın hatırlandığı yardımlaşma seferberliği, bütün yıl kirden pastan kapanan manevî gözeneklerin Ramazan ayı boyunca yavaş yavaş açıldığının hissedilmesi?
Orwell’in “1984”ündeki gibi, adeta Ramazan’ın hakiki görüntüleri arşivlerde imha edilmiş ve yerine adı Ramazan olan sahte birtakım nesneler konulmuştur.
Oysa İstanbul’u Ramazanlarda “bir özgürlük sisi”nin sardığını söyler Théophile Gautier. Özgürlük, hem de Ramazan’da? Hepimize biraz dudak büktüren bu sözler, bu romantik babanın bizi yanıltmak için seçtiği bir kurgu olabilir mi? Bir yasak ve haram çetelesine indirgenmiş olan hakiki Ramazanlarımız, bu gezginin satırları arasından bize selam yolluyor olabilir mi?
François Georgeon, sorularımıza “Evet özgürlük” diye cevap veriyor, “çünkü öncelikle Ramazan ayında daha fazla ‘boş zaman’ vardır. Ramazan şehirde çok daha büyük bir hareketlilik demektir. İstanbul sakinleri için gezme fırsatları artmıştır.”
Ama Ramazan yalnız bedensel özgürlük değil, zihinsel özgürlük ayıdır da. Özgürlüğüne kavuşturulmuş sözlerin ayıdır. Paslanmış diller politikadan fıkha, ticaretten yaz ve kış Ramazanlarının mukayesesine kadar yığınla sözü Ramazan akşamlarında İstanbul semalarına azad ederdi.
Kimi seyyahlar Ramazan’a “âşıklar ayı” ismini takmış, kimisi de onu hoşgörü idealinin heykeli olarak alkışlamışlardı: “Bu kozmopolit şehirde, bu şölen gecelerine her dinden insan katılır… Bütün dinler Müslüman neşesine iştirak eder.”
Üç semavî dinin mensuplarının iftar sofralarında nasıl yan yana diz çöktüklerini görmek isteyenlerin 19. yüzyılın orta halli bir memuru olan Said Bey’in hayatına bakmaları yeterlidir. Nitekim padişahlar da iftar ve bayram sofralarına diğer dinlerin reislerini davet etmekte bir beis görmezlerdi.
Oruç ayı, ‘Kutsal’ın özgürlük alanının genişlediği bir zaman dilimini işaret eder. Ramazanlar, insanın iç özgürlüğüne, fani âlemin geçiciliğine ilişkin aslî bilincin yeniden diriltildiği ve insanı özüne yabancılaştıran ne kadar eklenti varsa bir bir temizlendiği özel bir arınma dönemi, Kur’ân-ı Kerim’in ve İslam Peygamberi’nin gönüllerimizi, evlerimizi, şehirlerimizi şereflendirdiği bir aydı. Bu duyguyu en iyi yansıtan metin, rahmetli Süheyl Ünver’in sadık kaleminden taşmıştır sayfalara: “(Ramazanlarda) sanki Peygamberimiz şehirlerimize gelir, hepimizin saadet ve fakirhanemize ruhen misafir olur. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazan’da olur. Öyle ki bu bayram, senede bir ay gelir ama onun gelmesi tam 11 bayram sevinci içinde geçer. Her hakiki Müslüman’ın gönlünde Allah korkusu kadar Ramazan sevgisi de yer etmiştir. Bayram değil, Ramazan düğün ayıdır. O düğüne herkes müştaktır. ‘Ramazan’a çok şükür 10 ay kaldı’ diye (ona) bir ay daha yaklaşmanın sevinciyle gözleri yaşaranları bilirim.”
“Hay Allah, Ramazan da gelmiş” sözünü bu kadar sık duyduğumuz bir dünya ile onun bütün bir hayatı çekip çevirdiği zamanları kıyaslamak ne kadar mümkündür, siz karar verin.
Özetle Direklerarası eğlenceleri, sadece 1860’lardan 1920’lere kadar devam etmiş olup İstanbul Ramazanlarının bütününü kapsamaz; ve dahi bütün İstanbul halkının değil, daha çok orta sınıf, alafrangalaşmış Osmanlı memurlarının Ramazan’ın getirdiği özgürlük havasından yararlanarak takıldıkları orta halli bir eğlence anlayışıdır. Gerek ondan önce, gerekse aynı yıllarda İstanbul’da bambaşka Ramazan eğlenceleri mevcuttu ve bu eğlenceler Reşid’in kahvesindeki dumanlı şiir akşamlarından Beyazıt Camii’ndeki Mesnevi halkalarına kadar uzar giderdi. Ne yazık ki sahip çıkılmadıkları için hafızamızdan bir bir kayıp gitti bu görüntüler ve yerini bu yoz eğlence imajına bıraktı.

Bir yanıt yazın