• Home
  • Genel
  • Londra sokaklarında bir Osmanlı’nın acı izleri

Londra sokaklarında bir Osmanlı’nın acı izleri

Londra sokaklarında bir Osmanlı’nın acı izleri
Geçen haftaki yazımda 17. yüzyılda esir düşen İngilizlerin Osmanlı idaresine dahil olduktan kısa bir süre sonra nasıl servet ü saman sahibi olduklarını bir İngiliz tarihçiden, Clive Ponting’den aktarışım boşuna değildi.
Irkına ve dinine bakılmaksızın, her insanın şeref ve haysiyetinin ayaklar altına alınmadan yaşayabileceği bir ortamı sunan Osmanlı’nın imajı, yine de “bozuk”tu İngiltere’de. Ona “barbar”, homoseksüel, sapkın gözüyle bakılıyordu. Amerika’daki Kızılderililer neyse, Müslümanlar da oydu İngilizlerin gözünde. Osmanlılar Akdeniz’in Kızılderilileriydi; ya da tersine, Kızılderililer Amerika’daki Osmanlılardı!
Size bugün İsmail Paşa adlı bir Osmanlı’nın İngiltere’deki acı dolu serüvenini anlatacağım. Böylece İstanbul’a esir düşen İngiliz ile İngiltere’ye sığınan Osmanlı’nın durumunu daha rahat mukayese etmek fırsatını bulacaksınız.
İsmail, 1735’te doğan bir İstanbul çocuğu. Günün birinde bindiği gemi İspanyol korsanlar tarafından ele geçirilmiş ve hapse tıkılmış. Paşamız öyle hapislerde çürüyecek adam mıdır? Nitekim bir yolunu bulup İspanyolların elinden kurtulur ve Lizbon’daki İngiliz konsolosunun evine sığınır. Tam üç yılını bu evde geçiren İsmail Paşa, konsolosun da yardımıyla İngiltere’ye kapağı atar. Ama asıl trajedi, sığındığı İngiltere’de başlayacaktır.
Londra’ya gittiğinde üzerinde hâlâ Türk giysileri vardır. Başındaki “türban”, dikkat nazarlarını üzerinde toplamaktadır. (“Türban”, İngilizcede “sarık” manasında kullanılır.) Sokaklarda bir türlü rahat yüzü görmez İsmail. Arabacılar, hamallar gibi “sıradan” insanlar dahi pos bıyıklarını çekiştirmekte, arkasından habersizce çelme takıp onu yere düşürmekte ve kahkahalarla gülmektedirler haline. Üzerine hücum edip nesi var nesi yoksa soyanların haddi hesabı yoktur. Londra sokaklarının kendisine göre olmadığını anlayan İsmail, soluğu köylerde alır. Yollarda geçer günleri; kimse evine almadığı için en pis yerlerde, mesela mezbahalarda, kan kokusu içinde, bağırsakların üzerinde uyumasına izin verilir sadece. Sonunda kiliselerden imdat ister. Bazı iyiliksever papazlar üç beş kuruş yardım toplarlar kendisine. Ancak kapısından kovulduğu, aşağılandığı kiliseler de yok değildir. İngilizce konuşamamaktadır ya, Fransızca ve İtalyanca bilmektedir. Lakin bu dilleri bileni İngiltere’de koydunsa bul. Neyse ki, bu dilleri bilen İskoçyalı bir dükle karşılaşır. Paşa’nın haline acıyan dük, Fransızca ve Latince olarak Hıristiyanlığı telkin eder ona. Bu telkin (ve muhtemelen bazı rahatlatıcı vaadler) sonucunda İsmail, Hıristiyanlığa ısınır, ardından da vaftiz edilmek istediğini söyler. Ama dük hazretleri ona acele etmemesini, sıkıntılara bir süre daha dayanmasını tavsiye eder. Dük’ün yanından ayrıldıktan sonra yolda Türk olduğu için kendisine kötü muamelede bulunulur.
Sonunda iyice idrak eder ki, İngiltere veya İskoçya’da Türk olmak, alay, işkence ve şiddete muhatap olmak demektir. Yalnızlık ve acı çekmek demektir. Sürekli aşağılanmak ve “öteki” diye itilip kakılmak demektir.
Bir yabancının, hele de bir Müslüman’ın İngiltere’de yaşamasının zorluğunu bütün hücrelerinde hissettiği sıralarda karşısına bir İngiliz kadını çıkar. Elizabeth adlı bu kadına âşık olur (ilginç olan husus şu ki, kadınla İspanyolca anlaşmaktadır, yani Paşa’nın bildiği Avrupa dillerinin sayısı üçe çıkmıştır ama o yine de bir “barbar”dır!). Evlenirler. Bir Müslüman’ın Hıristiyan bir kadınla kilisede nasıl olup da evlenebildiği, belli değil. Yalnız Edinburgh papazının kadını bu evlilikten caydırmak için çok dil döktüğünü biliyoruz. Elizabeth’i Türkiye’de kadınlara yapılan muameleleri anlatarak korkutmaya çalışır; ama sonuçta da nikâhlarını kıyar. İsmail Paşa, muhtemelen kendisini biraz rahatlamış hissetmektedir; ama İngiliz toplumuna karışmak, Osmanlı’daki kadar sorunsuz gerçekleşmeyecektir. Tekrar vaftiz olmak ister; ama bu defa da Norwich papazı İtalyanca, İspanyolca ve Fransızca bilen İsmail’in sadece İngilizce bilmeyişini gerekçe göstererek kendisini vaftiz etmez. Hiçbir İngiliz papaz sarıklı ve “İngilizce konuşmayan” bir Türk’ü Hıristiyan cemaatine dahil etmeye yanaşmaz.
Sonunda bir köyde şansını denemek ister. Papaz onu vaftiz etmeyi kabul eder; ama ilk şartı, sarığını çıkarmasıdır. Duaları, amentüyü ve on emiri İngilizce olarak öğrenmesi istenir ve kendisine Amerika’daki Kızılderililer için yazılmış bir ilmihal verilir. Ardından o pos bıyıklarıyla vaftiz olmayacağı söylenir; bir berber çağrılıp bıyıkları kestirilir. Sonra kılık kıyafet devriminden geçmesi gerekir. Görünüşü, ismi, giysileri ve inancı tamamen bir İngilize benzemelidir. James’tir yeni ismi. Papaz kendisine, “Bak İsmail” der, “şimdi bir İngiliz’e ve Hıristiyan’a benzedin işte.”
Hikâyenin mutlu sonla biteceğini sanıyorsan aldanıyorsun ey okur! Burası İngiltere’dir ve 18. yüzyılın sonlarıdır (yani şu meşhur Aydınlanma Çağı). Bıyıkları, sarığı, dini, ismi, cismi hepsi değişmiştir; ama o bir yabancıdır yine de. Din değiştirmesi de işe yaramamıştır; ne yeni bir işe girebilir, ne de evinde oturabilir gönül huzuruyla. Eşi Elizabeth ve hayatta kalan tek çocuğuyla birlikte İngiltere ve İskoçya’da o diyar senin, bu diyar benim dolaşıp kendi hikâyelerini anlatan kitapçığı satarak geçinmek zorunda kalırlar. Ne Hıristiyan olmak kurtarabilmiştir onu, ne de İngilizleşmek. O bir yabancıdır ve yabancı kalacaktır.
Sahi, ben bu hikâyeyi niye anlattım?…

Bir cevap yazın