Osmanlı yaşıyor mu hâlâ?
Geçtiğimiz haftayı kültür aktüalitesi açısından en ilginç ve trajik haftalardan birisi yapan olay, Binbaşı Toytunç’un Batı Şeria’daki El–Halil şehrinde şehit edilmesiydi. Olayın kendisi kadar kamuoyumuzun olaya yaklaşma şekli de ilginçti. Basınımızdan iki haber başlığını karşılaştırdığımızda bunu ayan beyan görebiliriz:
28 Mart 2002. “Star” gazetesi: “100 yıl sonra ilk şehit.”
29 Mart 2002. “Zaman” gazetesi: “İlk hava şehidini de Filistin topraklarında vermiştik.”
Bu başlıklar aslında Osmanlı ile aramızda olduğunu vehmettiğimiz “kopuş”un hiçbir zaman tam olmadığını, dahası, olamayacağını göstermiyor mu? Tarih, bizi adım adım takip ediyor. Kaçmak kurtuluş olsaydı bizden daha iyi kaçmaya çalışan olmadığı halde çevremizde vuku bulan her olayda bilinçaltımızdan Osmanlı dönemine ilişkin tortular kendilerini yüzeye vurmaz, bu dipten gelen dalga ortak bilinçaltında bu kadar zengin bir karşılık bulmazdı.
Tarihimizle “gergin” bir ilişki içindeyiz. Bu gerginlik, Osmanlı’ya karşı olanlarda da, savunmak konumunda kalanlarda da belirgin bir kimlik problemine deva olarak ortaya çıkıyor. Bu kimlik probleminde tarih, her iki taraf için de meşrulaştırıcı merci olarak kabul ediliyor. Osmanlı tarihi, bugün manşetlerde yaşıyor olmasını, içimize ektiği bu gergin şuura borçludur. Bu sayede Ecyad Kalesi gibi en olmadık konularda, tam da unutmaya çalıştığımız geçmiş zembereğinden boşanarak üzerimize gelmeye başlıyor.
Eğer Osmanlı tarihinin ilk yarısı mutlak manada azameti ve yüceliği, mükemmelliği; ikinci yarısı ise Batı karşısındaki zilleti, küçülmeyi, giderek teslimiyeti içerseydi, bugün bu gerginliği hissetmezdik. Teslim bayrağını çekmiş bir tarihin evlatları olarak kaderimize küsüp yerimize otururduk. Oysa bugün solcusundan Kemalistine, ülkücüsünden İslamcısına kadar hepimizin bilinçaltından “Keşke işler kötüye gitmeseydi…” hayıflanması eksik olmuyor. Mesela Kanuni zamanındaki ihtişamını anlatan, sonra da beceriksizlik ve ihanetler yüzünden Osmanlı Devleti’nin battığını söyleyen bir “ilerici”nin beyninin gerisinde, farkında olmadan, “işler yolunda gitseydi” temennisinin yattığını görmek zor değil.
Tabii bu ciddi bir çatlak oluşturuyor “ilerici”lik adına. Zira Kanuni ve torunları o hataları işlemeseydi, dünya dengeleri Müslümanların lehine olacak ve Batı medeniyeti, demokrasi, bilim, laiklik gibi “modern gelişmeler” mümkün olamayacaktı! Görüldüğü gibi, tarih, en “ilerici” kalemlerimizin bile yeterince hesaplaşamadıkları bir alan Türkiye’de. (Yeterince hesaplaşabildiğimiz bir alan olup olmadığını da doğrusu merak ediyorum.)
Osmanlı Devleti, tıpkı 1918’e kadar Arap ve Balkanlar’da tutunmak ve emperyalizmle mücadele etmek için başvurduğu çarelerde olduğu gibi, ne 18., ne de 19. yüzyılda emperyalizme teslim olmuştur. Tam tersine, dünyada neredeyse tek başına emperyalizmlerle dişe diş mücadele eden ve onlardan biri olmayı, onlar gibi davranmayı hiçbir zaman düşünmeden bu onur mücadelesini sürdüren yegâne bağımsız büyük devletti. Dünyanın neresinde aç ve açıkta kalmış bir halk varsa yardımına koşma yolunda daha Osman Gazi zamanında koyduğu kurala son yıllarına kadar sadık kalmayı başarmıştır.
Nitekim Abdülmecid zamanında İrlanda’da kıtlıktan binlerce insanın öldüğünü haber alınca Osmanlı Devleti bu mazlum halka bin pound para ve 5 gemi gıda maddesi göndermiştir. Hem de neye rağmen biliyor musunuz? İngilizlerin muhalefetine rağmen! Şimdi İrlanda’ya yolları düşenler, gemilerin yanaştığı limandaki eski belediye binasında bir teşekkür plaketinde şu satırları okuyorlar: “1847’deki büyük kıtlık sırasında İrlanda halkına gösterilen cömertliğin nişanesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne şükranla.” Ta Abdülmecid zamanındaki bir yardıma 1997’de gelen bir teşekkür bu. Bilmem anlatabiliyor muyum meramımı?
02.04.2002
One Comment
tersakan
28 Aralık 2010 at 16:39vaybeee hocam bunalrı ben daha yeni okuyorum ve beynim aklım almıyo şimdi Osmanlımı savunurken severken bile zerre kadar şüphem yok artık tşk ederim size