Ağla Sevgili Yurdum!

Ağla Sevgili Yurdum! 
Bir şehrin, hem de ülkenin en kalabalık ve en sorunlu şehrinin büyük hizmetlere imzasını kazımış bir belediye başkanı, yolsuzluktan değil, hırsızlıktan değil, bir şiir okuduğundan dolayı hapse mahkum ediliyor; muhtemelen çok parlak geçecek siyasi hayatı da bu mahkumiyetin sonucunda noktalanacak gibi görünüyor.

Ömrünü insan yetiştirmeye adamış, çevresini, nazı geçtiklerini bir ülkenin “modernleşmesi”nde, modern bir toplum haline gelmesinde bütün sosyologların söz birliği etmişçesine vazgeçilmez ve temel önemde olduğunu  haykırdıkları eğitime yönlendirmiş, bu kolejlerde yetişen binlerce çocuğun eğitim yükünü devletin omuzlarından almış bir insan, olmadık iftiralara kurban edilmek isteniyor.

İşadamları sabahın dördünde evlerinden toplanıyor, bisküvi ve çikolatalar “irticacı” ve “gerici” diye dalgalanıyor, Sakıp Sabancı’yı bile isyan ettirecek kadar vahim ve gülünç bir “rekabette eşitsizlik” ilkesi hayata geçiriliyor.

Ülkenin en büyük siyasi partisi kapatılıyor, seçmenleri “yarasa” diye niteleniyor; başörtüsünü savunmanın bile bir partiyi kapatmakta gerekçe olarak kullanıldığına şahit olunuyor.

Kadın eli sıkıp sıkmamak, kaymakamlar ve valilerin “mürteci” damgasını yemelerine yetiyor.

Açılışının yıldönümünü kutladığımız TBMM’nin sadece hükmi şahsiyeti kalmış ortada; bir gölge gibi sahibinin izinden gidiyor.

Yazarkasaların tükettiğinden daha fazla fiş , vatandaşlar için düzenleniyor.

Yeni ceza kanunu, demokrasi ve özgürlükler açısından Turkiye’nin en azından 50 yıl geriye gitmesine yol acacak maddelerle geliyor.

Kaleme, memleketin, ahvali hakkında daha fazla bir şeyler yazmak gıran geliyor.

En iyisi Alan Paton’un ünlü romanının ismiyle nokta koymak bu hicranlı yazıya:

Ağla Sevgili Yurdum!

Biz ne kadar demokratız? 

Basına pek fazla yansımadı galiba; ama geçtiğimiz cumartesi akşamı Ümraniye Belediyesi’nce düzenlenen bir panelde, “Siyasette demokratikleşme”yi tartıştık. Fakirden başka FP Milletvekili Bahri Zengin ile Radikal’deki yazılarından tanıdığımız; ama Radikal’e göre biraz daha “radikal” kaçan yazılarından dolayı artık orada olmayan Koray Düzgören’in katıldıkları (bu arada Toktamış Ateş son anda rahatsızlığından dolayı gelemeyeceğini bildirmişti) panelde demokrasisizliğimizin nedenleri ve çözüm yolları üzerinde duruldu genel olarak.

Demokrasimizin sancılı ve darbeli geçen 122 yıllık (1876-1998) tarihinin şüphesiz ki birçok engebeleri, hatta ‘Kara Delik’leri olduğu ortaya konulabilir. Demokratik bir geleneğin oturmamış olması, demokrasinin üzerinde işleyebileceği zeminin kayganlığı, bir avuç asker-sivil seçkin tarafından kurulduğu için “demos”un (halkın) katılımının gercekleşemediği, demokratik bir kültürün, daha doğrusu bir demokrasi kültürünün ne tabanda, ne de tavanda oluşmamış bulunması…

Daha pek çok aksaklık nedeni eklenebilir bunlara. Ancak çok temel bir nokta var genellikle atlanan: Biz, yani bu toplumda yaşayanlar olarak ne kadar haklarımıza sahip çıkıyor, onları talep etmek icin ne tür bir eylem içinde bulunuyoruz? Kısacası, ne kadar demokratız?

Kapısının önüne, caddesine değil ağaç dikmek, dikilen ağacı bile muhafaza etmeyen, günden güne korumasına seyirci kalan insanlar nasıl olacak da demokratik bir toplum oluşturacaklar? Yıllarca apartman otomatiğini yaptırmadan, bunun icin gerekenleri yapmadan yaşamaya devam eden, ‘Beni ısırmayan yılan bin yaşasın’ sözünü hayatta düstur edinen bir topluluktan “demokratik bir toplum” çıkar mı? En basit haklarını bile ne talep eden, ne de korumaya kalkışan insanların yaşadığı bir ülkede, elbette toplum ile devlet arasında kalan iktidar boşluğunu birileri dolduracaktır.

İktidar, boşluk kabul etmez çünkü.

sarmaşık 

GECİKMİŞ BİR “NİSAN BİR” YAZISI

Malumunuz, geçtiğimiz 1 Nisan’da Abcçocuk sayfası, okuyucularının sayfalarına ne kadar sahip çıktıklarını ve çıkacaklarını test etti. Çocuklara, sayfanın kapanacağını duyurdular 31 Mart günü. Ne olmuş biliyor musunuz? Tam bir gözyaşı tufanı içinde çırpınan telefon telleri, gazetemizi iki gün boyunca meşgul etmiş. Pes doğrusu! Çocukların sayfalarına bu kadar içten sahip çıkmaları karşısında bizim Kültür Sayfası dahil pek çok sayfa boynu bükük izledi olan bitenleri. Bu ne sadakat! Bu ne çoşku!

Benim naçizane bir teklifim var Kültür Sayfası’ndaki arkadaşlara: Gelecek 1 Nisan’da biz de böyle bir şaka yapsak! Acaba bu sayfanın okuyucuları da aynı çoşku ve heyecan seline boğulup sahip çıkarlar mı sayfalarına?

Fakat bu teklifi en iyisi kendim geri çekeyim; çünkü Abccocuk sayfası karşısında ikinci bir hezimete uğramak hepimize ağır gelebilir!

İRFAN KÜLYUTMAZ HAKKINDA BİR DERKENAR 

Nasırı ve isim babası olduğum Memleketimin Münevverlerine Dair (İz Yayıncılık) adlı kitabın müellifi Sayın İrfan Külyutmaz, kendisine kitap göndermediğimden şekva etmişti birkaç hafta önce. Bunun bariz bir gerekçesi vardı: Hazretle görüşmek mümkün olamamaktaydı. Telefon ettiğimde bir telesekreterden mahdumu çıkıyor ve babasının evde olmadığını, not bırakabileceğimi söylüyor, ben de notumu bırakıyordum. Fakat ne arayan var, ne soran! Mesele sonradan anlaşıldı. Meğer Külyutmaz Beyefendi de beni arıyormuş; ama “telaki” kabil olamıyormuş! Yalınız ben değil, kargocular da evde bulunmadığından şikayetçiler! Gönderdiğim kitap paketi aynen iade edildi tarafıma. Neyse, başınızı ağrıtmayalım, kitaplar elden kendisine sağ salim ulaştırıldı. “Niye İrfan Bey’in kitaplarını göndermedin?” diye bana çıkışanların bilgisine takdim olunur.

Baki selam…

Bir cevap yazın