Barbaros Fransa’da namaz kılarken…
Düşlerimizin kıyısı, komplekslerimizin ebesi Avrupa. Bize ait olan her değerin, yüce sunağında kurban edildiği diyar.
Korku nesnesi, saygı nesnesi. Tarihimizin ve tarihlerimizin yegâne efendisi. “Biz yerimizde sayarken Avrupa şimşek hızıyla ilerlemiş” sözleri, nicedir gırtlağımızda yanık izleri bırakarak dökülüyor dudaklarımızdan. Ve kafamızda bir denklem müsveddesi: Avrupa ile Osmanlı (biz) ateşle barut gibi yan yana olamamışız; olamayız da. Asıl Cumhuriyet’le birlikte Avrupa’dan koptuğumuzu neden telaffuz edemiyor dersiniz dillerimiz? Tam da bir sözde “Avrupalılaşma” söylemiyle Avrupa’dan kopartıldığımızı neden dürüstçe itiraf edemiyoruz kendi kendimize? Çok mu acı geliyor yoksa?
Oysa Osmanlı realitesi, eğer Bizans “Avrupalı” kabul edilecekse -ki bence Hıristiyan’dı ama Avrupalı değildi- daha başlangıcından itibaren Avrupa ile temas halindeydi. Mesela Fatih Sultan Mehmed, İstanbul kuşatmasını idare ederken, yanında gezdirdiği İtalyan hocalar kendisine papaların, Norman krallarının tarihini okumuşlardı. Abdülaziz’in vals bestelediği, II. Abdülhamid’in Victor Hugo hayranı olduğunu söylemek yeterli aslında. Peki besteleri Londra sokaklarında yankılanan bir padişah mı daha Avrupalıdır, yoksa “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi” diye bağıran tribünlerin efendileri mi? Acaba Avrupa’ya ‘sesini’ hangisi daha çok duyurmuştur? Osmanlı toplumunun neredeyse yarısı bizzat Avrupa topraklarında yaşıyordu. Osmanlı dünyasının kendisini Avrupa’ya kapatması, topraklarına ve teb’asına küsmekten başka bir anlama gelmezdi ki!
Lozan Antlaşması ve ardından yapılan kültür, dil ve tarih devrimleriyle yalnız Avrupa ile değil, Asya Türklüğü ve Müslümanlığı ile de bağlarımızı kopartmış olduk. Osmanlı güneşinden geriye, içimizde kaç gramlık ışık kaldığını anlamak için 1870’lerde Abdülaziz’in Çin’de Yakup Bey başkanlığındaki bağımsızlık hareketine top ve tüfek yardımı yaptığını bilmekte büyük fayda vardır.
Beyinlerimizdeki deli gömlekleri
Onun için diyorum ki, Cemil Meriç’in üzerimize giydirildiğini söylediği “Deli Gömleği”nden bir an önce kurtulmaya bakalım. Bu gömlek, hem itibarımızı cümle alemin gözünde yerle bir ediyor, hem de bir zamanlar iç içe olduğumuz Avrupa’yı alabildiğine uzaklaştırıyor bizden. İkisi de zehirliyor beyin hücrelerimizi çünkü.
1867’de Sultan Abdülaziz, Fransa’nın Toulon limanına çıktığı zaman halk, bu göz kamaştıran kişiliği görmek için yollara dökülmüş, bir “Türk” görmenin keyfini yaşamak için çırpınmıştı. Abdülaziz’den tam 324 yıl önce Toulon limanına, bu defa neredeyse 150 gemilik dev bir Osmanlı filosu yanaşıyordu. Mürettebat ve levent toplamı 30 bini bulan ve yürüyen bir şehri andıran Osmanlı donanması, 20 Temmuz 1543’te önce Marsilya limanına ulaşmış ve şehirdekileri top ateşiyle selamlamıştı. Türk gemileri yardımlarına geldiği için sevince gark olan Fransızlar, Osmanlı Kaptan-ı Deryası’nı görülmemiş törenlerle karşılamışlardı. Barbaros, şehrin ileri gelenlerinin verdiği ziyafette baş köşeye konulan bir tahta oturtulmuştu ve herkesin nazarları, bu efsane denizciye odaklanmıştı.
Sonra Nice şehrine geçildi. Şehir, Fransızların o zamanki baş belası Şarlken’in kuvvetlerinin elindeydi ve zaten Barbaros, Fransa Kralı I. François tarafından Nice’i kurtarması için davet edilmişti. Kış yaklaşmıştı. Mecburen ertesi bahar harekâta devam edilecekti. Lakin İstanbul’a gidip dönmek daha da masraflı bir işti. Barbaros, Fransa ile ek bir anlaşma yaparak ihtiyaçlarının karşılanması ve leventlerin maaşlarının verilmesi şartıyla kışı Fransa’da geçirmeye karar verdi. Toulon limanı, kışlamak için en uygun yerdi. Ama nasıl? Barbaros karşılaştığı her aksilikte burnundan soluyordu. Bu nasıl işti? Güya kendilerini yardıma çağırmış olan Fransızlar savaşa bile doğru dürüst hazırlanmamışlardı. Ne böyle muazzam bir orduyu besleyebilecek erzak toplamışlardı, ne de yeterli para tahsis etmişlerdi. O zamanlar bir şehri dolduracak kadar kalabalık sayılan bu kadar asker nerede yatıp kalkacak, nerede yiyip içecekti? Barbaros’un adamları ile Fransız makamları arasındaki tartışmalar tatsızlıklara yol açıyordu. Hatta yeniçeriler, bu işe kendilerini bulaştıran Fransız Sefiri Polin’i öldürmeyi bile planlamışlardı. Nihayet evler boşaltıldı ve askerler yerleştirildi.
Boşalttıkları ahaliyi Müslümanlarla temas kurmasınlar diye (Müslüman olacaklarından korkuyorlardı çünkü) ücra köylere yerleştirmişlerdi. Toulon şehri, kısa bir zamanda eni konu bir Müslüman şehrine dönmüştü. Kadılar göz açıp kapayıncaya kadar mahkemelerini kurmuşlardı; müftüler din hizmetleri veriyordu; gemilerde bulunan tüccarlar da hazır gelmişken bir şeyler alıp satmanın derdine düşmüşlerdi. Dağ gibi leventlerinin aç kalmasına tahammül edemeyen Barbaros, sonunda bir Fransız tüccardan borç almak zorunda kaldı.
Bütün çağdaş Fransız kaynakları, “Türk mahallesi”ndeki düzen ve disiplinden söz ediyor, idarecilikteki başarılarını ve âdil davranışlarını övüyorlardı. Bu arada subaylar ve idareciler birbirlerine hediye vermekle meşguldü. Barbaros, Fransız komutan Orsini’ye, üzerine 12 Osmanlı padişahının resmedildiği abanoz ve fildişinden bir kutu hediye etmişti. Fransızların mukabil hediyesi ise bir yerküre üzerine yerleştirilmiş saat olmuştu.
Nisan 1544’te Osmanlı donanması bu tatsız seferden, en azından Güney Fransa’nın işgaline engel olmayı başarmış olarak geri dönüyordu. Tabii Fransız Büyükelçisi Montluc’ün şu unutulmaz cümlelerini Avrupa topraklarına serperek: “Türklerin herhangi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamıştır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır.”
O günleri yaşayan Toulonlular, Türklerin gelişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin birden sükûnete büründüğünü ve “sancakbeyleriyle dolu ikinci bir İstanbul” haline geldiğini anlatmışlar birbirlerine yıllar yılı. Galiba bu anlatılanlar bir tek bizim beynimizdeki surları aşıp girememiştir içeriye.
Do you want Search?
Random Post
Search
One Comment
tersakan
24 Şubat 2011 at 15:13Vay bee Hocam Allah razı olsun vay bee diyorum diken diken oldum okurken bize Avrupa Avrupa diye ezberletilmeye çalışılan meğer ecdat yüzyıllar önce ezberletmiş bizi Avrupa zaten biz.Sizi ve çabalarınızı çok iyi anlıyorum hocam darısı Osmanlı torunlarının başına