FEMİNİZM ile Oryantalizm arasında, hatta Feminizm ile Emperyalizm arasında bir bağ var mıdır? Neden misyoner okullarının Türkiye’deki Beyaz Feminizme etkisi gündeme taşınmaz? Neden Türkiye’de kadın tarihi yazılırken bu paslı halkayı kimse tutmak istemez? Ya kendisi de bir misyoner okulu mezunu olan Halide Edip’in, içinde “Kızlarımızın geleceğine İngiliz etkisini ve İngilizceyi yerleştirmek için elimizden geleni yapacağız” cümlesi de geçen müthiş(!) yazısı neden görmezden gelinir?
Constantia Kiskira’nın Archivum Ottomanica’da çıkan “Doğu’yu ‘Evanjelize Etmek’: Osmanlı İmparatorluğu’nda New England Kadınlığı, 1830-1930” başlığını taşıyan yazısı, İstanbul ve İzmir gibi büyük Osmanlı merkezleri ile Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde, bu arada Halep’te de “New England Feminizmi”nin tohumlarının nasıl atıldığına berrak bir ışık tutuyor.
Kiskira’nın yazısından anladığımız kadarıyla misyonerler, her ne kadar bu çağrılarına Osmanlı sınırları içerisindeki Hıristiyan kadınlardan bile fazla karşılık bulamamışlarsa da, işi uzun vadeli düşünmüşlerdi. Protestanlığın doğrudan bir ürünü olarak gördükleri “Amerikan kültürü”nün, bu faaliyetler sonucunda 19. yüzyıl Orta Doğu’sunda bir “Yeni Siyon” kuracağına olan inançları tamdı. Ülkemizde hâlâ faaliyetlerine devam eden American Board üyeleri, Osmanlı limanlarına ilk çıkarmayı 1812’de yapmış, ardından yüzyılın ortalarında Sultan Abdülmecid’den aldıkları fermanla Protestan dininin ayrı bir kilise olarak tanınmasını sağlamış ve diğer ‘milletler’ ile eşit statü kazanmayı başarmışlardı.
Başlangıçta Türkiye’ye uyum zorlukları çeken bu misyoner Feministler, açtıkları okullarda orta sınıfa mensup Osmanlı kızlarını Evanjelik idealler doğrultusunda sıkı bir şekilde eğitmeye girişmişler; bu arada okullarını Osmanlı toplumuna adapte edebilmek için de “dikiş-nakış eğitimi” gibi bazı minik “yerel tavizler” lütfetmişlerdi. Bu okullar, büyük ölçüde, imparatorluğun yeni yeni palazlanan ve “tatlısu frengi” denilen elit zümrenin kültürel ihtiyaçlarına hizmet vermekteydi.
Misyoner kız okullarında Ermeni, Rum ve Müslüman çocuklarına Amerikan tarzı ‘kozmopolit’ bir eğitim veriliyor ve hızla, Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni 1901’de bitirmiş olan Halide Edip Adıvar örneğinde gördüğümüz gibi, ‘Amerikanlaşmış’ ve misyoner hocalarına hayran ve bağlı yeni tipler imal ediliyordu. Halide Edip’in, sonraları The Nation adlı İngilizce gazeteye gönderdiği mektupta (1908), Türkiye’nin karanlığı içinde yeni bir ufuk açarak kendisini kurtaran fedakâr ve örnek Amerikalı ve İngiliz öğretmenlerine şükranlarını bildirmesi, onları “Osmanlı toprağına ışık getirdikleri” için cân u gönülden alkışlaması da gösteriyor ki, bu okullarda kendi toplumunun değerleri, Oryantalizm için tipik bir örnek olan sadece dikiş-nakış gibi el sanatları düzeyinde bırakılmakta, çocukların zihinlerine sözde bir “dünya vatandaşlığı” bilinci, gerçekteyse Evanjelizmin ideolojisi aşılanmaktaydı. Amaç, bu okullarda yetişenlerin, zamanla ‘yabancı’ misyoner hocalarının yerini alabilmesidir.
Türk aileleri de, Amerikan Kız Koleji gibi okulları, Türk kadınının toplumdaki statüsünü yükselttiği için tercih ettiklerini söylüyorlardı. Nitekim Merzifon’daki Anadolu Kız Koleji’nde okuyan ve adlarının Feriha, Nebile, Emine ve Nasiha olduğu tespit edilen 4 kız öğrenci, bağımsız bir birey olmayı öğrendiklerini ve bu ilkeye ömür boyu uyacaklarını, okullarının kendilerine kazandırdığı kurallardan asla dışarı çıkmayacaklarını ve birbirlerini “kız kardeş” olarak göreceklerini yazmışlardı okul defterine.
Birey olmak, bağımsız olmak, kozmopolit olmak; ama öte yandan, her nasıl oluyorsa, cemaati çağrıştıran birer “bacı” (sisters) olmak şeklinde özetlenebilecek olan bu okulların çelişkili kadınlık bilincini uyandırma çabalarını okuyunca insanın aklına şu soru geliyor ister istemez: Evanjelik misyonerler, aslında kendi ülkelerinde bile var olmayan bir kozmopolit kadınlık idealini Osmanlı topraklarına aşılamaya neden bu kadar heveskârdılar? Cevabı epeyce basit olmalı: Hem birey ve bağımsız olmak, hem de bacı olmak birbiriyle nasıl bağdaşabiliyorsa öyle…
Bu sebepledir ki, Türkiye’deki Feminizmin kurumsal köklerini bu yabancı okulların eğitim sisteminde aramak, daha sağlıklı bir yol olacaktır.
Amaç: Osmanlı’ya Beyaz Feminizmi Aşılamak
Burada Feminizmin hem kendi içinde tutarlı bir bütün olmadığını, hem de ciddi tutarsızlıklarla malul bir ideoloji paraziti olduğunu bir kere daha görüyoruz. Feminizm, fundamentalizmin çağımızdaki son kalesidir (bir başka kale olan ırkçılık, en azından yüzeyde bertaraf edilmiş görünüyor). Üstelik tek bir Feminizm yok, birçok Feminizm vardır. Bizdeki Feminizmin kökleri de Avrupa ve Amerika’daki Beyaz Feminizme dayanır, bu sebeple “Beyaz Olmayan Feminizmler”in sesi nedense pek kısık çıkar Feministlerimiz arasında.
Kaldı ki, 18. yüzyılın sonlarından 21. yüzyıla kadar Feminizm yığınla dönüşüm geçirmiş olup belkemiğine sahip bir ideoloji olmadığı, hep zamanın dalgalarına binerek hareket eden bir parazit özelliği taşıdığı malumdur. Bu süreçte birbirine zıt pek çok ‘dolmuşa’ binen Feminizmin yarın öbür gün yeni dolmuşlar bulmayacağının ve dahi bugün ona inananları, herhangi bir çelişki yokmuşçasına bambaşka istikametlere sevk etmeyeceğinin hiçbir garantisi bulunmamaktadır. (Unutmayalım ki, 19. yüzyıl başlarında kadınları eve kapatmak için kampanyalar düzenleyenler de zamanın ateşli Feministlerinden başkası değildi!)
Sonuç olarak, Osmanlı/Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğinde Feminizm ve kadın hakları hareketleri, dış (Amerikan) menşeli bir misyoner faaliyetinin aşısı olarak canlanmış ve bu okullarda yetişen aydın kadınlarımız, kendilerini dantel ve nakışla, Batı’yı ise bilim ve ‘medeniyet’le özdeş görmek üzere özel olarak terbiye edilmişlerdir. Bu yüzden, ilerici kadın derneklerimizin savunduğu Beyaz Feminizmin başörtüsü gibi ‘subaltern’ (mâdun) bir konuyu adeta defterden silmesinin ve onu kendilerine öğretilmiş “kadınlık ideali” çerçevesi içine bir türlü sokamayışının altında da Feminizmin Türkiye’ye ataerkil, püriten ve ‘beyaz’ bir kadınlık fikrini aşılamak amacıyla gelmesinin yattığını gözlemlemek zor olmasa gerek.
Zaten misyonerlerin kendileri de bunu açıkça ifade ediyor. Mesela Orta Doğu’da Amerikan misyoner girişimlerini inceleyen bir kitapta (David H. Finnie, Pioneers East, 1967), misyonerlerin amaçları konusunda şu satırları okumak şaşırtmıyor insanı: “Misyoner örgütünün yaptığı şey, [Orta Doğu’da] kendilerini içerisinde geliştirebilecekleri bir çerçeve temin etmekti.”
Nihayet, Türkiye’de Feminizm, ara sıra Fatma Aliye Hanım gibi onu yerlileştirmek için çırpınanlar çıkmasına rağmen, ithal bir aşıdır ve zamanın “Büyük Orta Doğu” projesinin bir parçası olarak hizmet etmek üzere Osmanlı’nın dişi damarlarına zerk edilmiş bir nevi ilaçtır. Bu ilacın etkisini geçirmek için Oryantalizmin Feminizmle olan gizli flörtünü hassas bir şekilde tespit etmek ve ülkemizdeki Beyaz Feminizmin köklerine nüfuz etmek gerekiyor.
Voltaire’in dediği gibi, artık acıtmaz olmuş zincirlerimizin acısını fark etmenin başka bir yolu bulunmuyor maalesef.