Bizans İmparatoru’nu bile yeniçeriler koruyordu
Doğrusu, Ahmet Yaşar Ocak gibi değerli bir tarihçimizin kitabında okuyunca üzülmedim desem yalan olur. Ocak’a göre Fatih, Şeyhülislamlığı “Bizans’taki Patriklik makamının statüsüne benzer bir biçimde” örgütleyip kendine bağlamış, böylece yalnız siyasî otoriteyi değil, dinî otoriteyi de temsil eder olmuştur. Ne var ki, aynı yazar birkaç sayfa ileride Şeyhülislamın Papa ve Patrik gibi bir otoritesi bulunmadığını, kilise benzeri bir kurumun temsilcisi olmadığını, sadece dinî bürokrasinin “en üst kademesini” temsil etmekle yetindiğini söyleyerek bizi şaşırtıyor (“Zındıklar ve Mülhidler”, İst. 1998, s. 93, 96).
‘Bizans etkisi’ tezinin çelişkilerini sayıp dökmek değil niyetimiz. Lakin Oryantalistlerin bu tarafgir tezinin bu haliyle tekrar edilmesinin, Bizans tarihi ve Patriklik hakkında yeterince bilgi sahibi olmamaktan, yani ‘karşı taraf’ın tarihini yeterince bilmemekten ileri geldiğini sanıyorum. Oysa Patrik’in Sinod’un seçimiyle işbaşına geldiğini, İmparatorun sadece bu seçimi onadığını, fiilî -hukukî değil- bir azil yetkisi bulunduğunu, Patriğin kendi başına kararlar alıp icraatlarda bulunabildiğini, İmparatora denk olmasa da gücünü ve meşruiyetini başka kaynaklardan alan bir vasfı olduğunu bilmezsek kolayca yanılgıya düşebiliriz.
Halbuki Osmanlı idaresinde Şeyhülislamın dengi, ancak Sadrazam olabilmiştir, Padişah değil. Hatta karar verme noktasında Sadrazamın bir altında yer aldığını ve Şeyhülislamın onun tercihi üzerine Padişah tarafından atanıp azledildiğini biliyoruz. Padişah sadece Şeyhülislamın karşısında ayağa kalkar ve onun elini yalnız Şeyhülislamlar öpmezdi. Ama Şeyhülislam saygı noktasında Sadrazamdan bir adım öndeydi. Öte yandan Patriklik devletin haricinde bağımsız bir ruhban örgütüdür. Patrik ise Papa gibi bütün Ortodoksların başı değil, sadece Doğu özerk kiliselerinin eşitler arasında birincisi ve sözcüsüdür. Bu örgüt yapısının Şeyhülislamlık gibi büyük ölçüde idarî bir makamla ve “meşihat payesi”yle, yani bir yaptırım ve yargılama gücü olmayan fetva verme yetkisiyle kıyaslanması doğru olmaz. Nitekim Hezarfen Hüseyin Efendi’nin “Telhisu’l-Beyân”daki sözleri, bu iddialara bir tür cevap gibidir: “Dinin başı Şeyhülislam, devletin başı da Sadrazamdır, ikisinin de başı Padişahdır.” Bu 17. yüzyıl metninden çıkan sonuç, Osmanlı düzeninde Patrik-İmparator ve Şeyhülislam-Padişahın birbirlerine denk çiftler olmadığıdır. Osmanlı düzeninde Şeyhülislam ancak Sadrazamın dengi olabilir -saygı boyutu hariç.
Neyse, demek istediğim, Bizans’ın Osmanlı kurumlarına etkisini vurgulayan araştırmacılar, bazı dış benzerlikleri abartma eğilimindedirler. Onlardan kaba benzetmeler yerine daha rafine karşılaştırmalar yapmalarını beklemek hakkımızdır.
Bugün Bizans etkisi tezini savunanların nedense dikkatlerini çekmeyen çarpıcı bir noktaya işaret edeceğim. Osmanlının Bizans’tan değil, Bizans’ın Osmanlı’dan aldığı bir kurumun, hem de şu bizim bir türlü kimseye beğendiremediğimiz yeniçerilerin fetihten önceki İstanbul macerasından bahsedeceğim. Yanlış duymadınız, Bizans ordusunda kurulan bir yeniçeri birliğinden söz ediyorum. Ne zaman mı? Biraz eskilere dayanıyor hikâyemiz; Fatih’ten de eskilere.
Hani şu Bizans da az çekmemiştir Osmanlı’nın elinden! Mesela sırf Osmanlı korkusundan İmparator V. İoannes’in 1369’da Roma’ya kadar gidip Papa’nın ellerini, ayaklarını ve “ağzını” öptüğünü ve ancak önünde üç kere diz çöktükten sonra Katolik mezhebine kabul edildiğini biliyor musunuz? Ya da 1438-39 yıllarında Ferrara ve Floransa’da toplanan Ortodoksluk ile Katolikliği birleştirmeyi amaçlayan toplantılara, Bizans İmparatoru’nun ancak II. Murad’ın izni ve sıkı tembihleriyle gidebildiğinden haberdar mıyız? Haberdar olmadığımız bir başka nokta da Floransa’daki toplantıya giden İmparatorun maiyetindeki yeniçeri birliğidir.
Mersin Üniversitesi öğretim üyelerinden Mustafa Daş’ın “Türklük Araştırmaları Dergisi”ndeki (Eylül 2002) makalesi, bu yolculuk sırasında İmparatorun yanında bulunmuş Syropoulos adlı Bizanslı din adamının hatıratından yola çıkarak Bizans-Osmanlı ilişkilerine yeni bir kapı açmaktadır. Hatıratta Patriğin, Bizans İmparatoru’nun maiyetinde yeniçerileri İtalya’ya kadar götürmesine içerlediği belirtiliyor. Ama sebep, yeniçerilerin tehlikeli bulunması değil, “masraflı” bulunmasıdır. ‘Kendimize baktık da onlar mı kaldı?’ düşüncesindeymiş Patrik. Ferrara’da yeniçerilerin bir manastıra yerleştirildiğini öğreniyoruz. Ancak İmparatorun yeniçeri birliğini yanında götürmesinin hikmeti sonradan anlaşılmıştır. Papa, İmparatora baskı yapıp birleşme anlaşmasını zorla imzalatmaya kalkarsa müdahale etsinler diye götürülmüştür yeniçeriler. Nitekim böyle bir baskı anında yeniçerilerin caydırıcı güç olarak işe yaradıkları anlaşılıyor. Ancak Syropoulos zavallı ‘badigard’ yeniçerilerin çok yoksul olduklarını ve piskopostan yardım istediklerini de yazıyor. Piskopos da onlara yanındaki kutsal eşyalardan vererek satmalarını ve bu parayla ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlamıştır. Çünkü pek de misafirperver birisi olmadığı anlaşılan Papa, 700 kişiyi bulan bu kalabalık misafir ordusunun masraflarını üstlenmekten kaçınmış, ‘başınızın çaresine bakın’ tavsiyesinde bulunmuştur İmparatora!
Daş’a göre 1371 yılından itibaren Osmanlı Devleti’ne tâbi bir prenslik haline gelmiş olan Bizans’ta Selçuklular devrinden itibaren Türk askeri bulunduğu, bunlara “Turkopol” denildiği ve Hıristiyan Türklerin sarayda muhafız birliği olarak görev yaptığı bilindiğine göre, İtalya’ya götürülen yeniçerilerin varlığı da sürpriz sayılmamalıdır.
Velhasıl, kaderi Osmanlı’ya bağlanmış bir Bizans’ın etkileyen taraf mı yoksa etkilenen taraf mı olacağına siz karar verin. Ya da bırakın İtalya’da bile İmparatoru koruma işini üstlenen yeniçeriler konuşsun!
Do you want Search?
Random Post
Search