Feminizm eşitlik mi istiyor, ayrıcalık mı?
1992 Aralık’ında Başkan Bush’un Barbara Franklin adlı bir kadını ‘erkek egemen’ kabinesine Ticaret Bakanı olarak ataması, Amerikan basınını günlerce meşgul etmişti. Amerika tarihinde kabineye giren bu üçüncü kadın bakan, ‘kadınları’ temsil etmekteydi saygın gazetelerden Washington Post’a göre! “O güne kadar kabinenin ‘erkek egemen’ olduğu hiç dikkatimi çekmemişti” diyor Amerikan Yeni Muhafazakarlığının önderlerinden Irving Kristol ve şöyle devam ediyor: “Şimdi dikkatimi çekti de ne oldu? Kabinenin mevcut kompozisyonunun, erkeklerin lehine, kadınların da aleyhine olduğu anlamına mı geliyor bu yoksa? Hepimiz, cinsler arası ilişkinin, gayesi erkeklerin durumunda egemen olma, kadınların durumunda ise “olumlu eylem” vasıtasıyla “eşit temsil” olan bir güç mücadelesine indirgenebildiği radikal feminist görüşü paylaştığımızı mı varsayıyoruz?”
Kristol’un bu cümleleri bana seçimlere yaklaştığımız şu günlerde başta KADER olmak üzere bazı kadın dernekleri tarafından gündeme taşınmaya çalışılan “Kadın milletvekillerimiz niye az?” sorusunun doğurduğu kota meselesini hatırlattı. Nüfusumuzun yarısı kadınlardan oluştuğuna göre kadınların Meclis’te 537 erkek milletvekiline karşılık 13 milletvekiliyle “temsil edilmeleri” kadar hakkaniyete mugayir başka bir örnek bulunabilir miydi? Kadın milletvekillerinin sayısını erkeklerinkiyle eşitleyene, hatta kadın nüfusu yüzde 51 olduğuna göre erkeklerinkini göğüs farkıyla geçinceye kadar mücadeleleri sürecekmiş!
Eğer erkeklerin ve kadınların doğal olarak hemcinslerine oy vereceği gibi safdilce bir varsayım kabul edilirse �ki kadınların genelde kadın adaylara oy vermek istemediği Almanya’da yapılan bir araştırmadan anlaşılmış bulunuyor� bu durumda partilere ne gerek var? 900’lü hatlarda düzenlenecek bir kadın�erkek anketi ile bu mesele kolayından hallolabilir, isteyenler de bundan tatmin olabilirdi. Siyasi eğilimlerin belli siyasi görüşler etrafında örgütlenmesine, siyasi partilerin talepleri seslendirip program geliştirmelerine haksızlıklara karşı bir görüş etrafında birleşmelerine de hacet kalmaz, kolayından bu işleri çözmüş olurduk!
Ne ki siyaset bu tür sulandırmaları kaldırmayacak kadar ciddi bir iştir. Siyasetin alanının iyiden iyiye daraltıldığı bir dönemde, tıpkı çevreciliğin siyasal mücadelelere balta vurmak üzere sahneye salınmasına benzer biçimde “kadın” üzerinden politika yapmaktan daha “renksiz” bir sözde tavır göstermek zordur. Hele hele kadınlara partiler tarafından kota tanınması, cins�i latife yapılabilecek en ağır hakaretlerden biridir. Üstelik de bu, feminizmin, tanınması için o kadar yıl mücadele verdiği eşitliğin dibine kibrit suyu dökecek bir uygulamadır. Bu bana profesyonel bir atletin acemi bir koşucuya, “Sen 50 metre önden koşmaya başla” diye avans vermesini hatırlatıyor. Bu siyasi avansa kadın haklarını endekslemenin feminizmin temel esprisiyle bağdaşmayacağını düşünüyorum.
Aslında bu nokta, feminizmin en büyük ikilemini oluşturuyor. İlk feminist dalga “eşitlik”i vurgularken, topyekun eşitliğin erkeklerin saflarında eşitlenme, Germaine Greer’ın deyişiyle kadının dişi haremağası rolüne mahkumuyetiyle neticeleneceği anlaşılınca “farklılık”ın vurgulanması gündeme geldi; erkekleşen kadınlar hemcinslerinin başında sadece cinsiyeti farklı birer haremağası kesilmeye başlayınca bu defa kadının “annelik” rolü üzerinde durulmaya, başlangıçta reddettikleri kadınlık kategorisinin, kadınsı dilin özgüllüğü keşfedilmeye başlandı. Buysa günümüz feminizminin hem deve, hem kuş taklidi yapmasına yol açıyor ister istemez. ‘Eşitlikse buyur mücadeleye’ denildiğinde ‘Hayır, ben farklıyım’ diyen, kadın ile erkeğin biyolojik yapılarından kaynaklanan farklılık ve eşitsizliklerinden dem vurulmaya başlanınca da eşitlik kartını masaya süren tutarsız ve çaresiz bir konumuna sürüklenmiş durumdadır feministler.
Kadınların Meclis’te daha fazla sayıda temsil edilmeleri gerektiği tartışmasındaki tavır şaşılığı da bunun devamı aslında. ‘Kadınlar biyolojik ve psikolojik olarak farklıdır, siyaset onlara göre değil’ diyenlere karşı küplere binip eşitlik nutukları atanlar, ‘Öyleyse, buyrun eşit mücadeleye’ denilince bu defa ataerkil toplumun ürünü olduğunu söyledikleri toplumsal eşitsizlikleri siyaset alanında savunmaya soyunuyorlar ki şaşmamak elde değil. Toplumsal planda kadının kadınlığının biyolojik olarak belirlenmiş ve farklı olduğunu kabul etmiyor, buna karşılık siyasi mücadelede kendilerine ayrıcalık tanınmasını talep ediyorlar. Ya biyolojik farklılığı kabul edip ona göre “kadınsı” bir politik söylem geliştirmeleri gerekiyor ya da eşitliği esas kabul edip toplumsal ve siyasal alanda kendi elleriyle eşit olmayan bir muameleye razı olmamaları.
Feminizmin kaderi bu ikilemin boynuzlarına takılmış görünüyor.