Karlofça’da bir Türk olmak
13 Kasım 1698 Cumartesi sabahı kuşluk vaktinde o zamanki Osmanlı-Avusturya sınırında bulunan Karlofça kasabası alışılmışın dışında bir hareketliliğe şahit oluyordu. O gün Habsburg, Polonya, Venedik ve Rus heyetlerinin karşısında Başdefterdar Rami Mehmed Efendi ve Divan-ı Hümayun tercümanı İskerletzade Aleksandr başkanlığındaki Osmanlı diplomatik heyeti görüşme masasına oturuyordu. Düşman kavi, dava çetin, meseleler yüklüydü. Sırtlarında tarihin kurşun yükü, karşılarında burnu havada Kutsal İttifak diplomatları, önlerinde işgal edilmiş Osmanlı topraklarının hazin haritası, 1 yıl önce uğranılan Zenta hezimetinin ivil ivil kanayan yaralarıyla koyun koyuna oturuyorlardı masalara.
“Masasına” demedim dikkat ederseniz, “masalarına” dedim, zira Karlofça’da 1 değil, tam 4 ayrı müzakere masası açılmıştı. II. Viyana kuşatmasına kadar yeniden dirileceğinden korktukları Osmanlı Devleti’ni, önce Orta Avrupa’dan sürüp atmak için işbirliğine gitmiş olan Kutsal İttifak güçleri “Büyük Türk” ile ayrı ayrı hesaplaşmayı tercih etmişti. Velhasıl, Osmanlı heyeti, nasıl ordusu 4 ayrı cephede savaşmışsa, masada da 4 ayrı hasımla güreşecekti. İşin ilginç tarafı, Karlofça’ya gidecek diplomatlarımız hele böylesi kapsamlı bir müzakere için tecrübesizdi. Buna rağmen antlaşma sonunda dost düşman gördü ki, heyettekiler, Osmanlı Devleti’nin çıkarlarına ve şerefine, kendi deyişleriyle “ırz ve nâmusuna” halel getirmeden bu karmaşık işin içinden sıyrılmayı bilmiş, ehil diplomatlar olduklarını ispatlamışlardır.
Hakkında bu kadar kolayca ahkâm kestiğimiz Karlofça Barışı üzerine Türkçede hâlâ bir tek kitap olmaması garip gelmiyor mu size de? Madem bu antlaşma Osmanlı’nın sonunun başlangıcıydı, en azından düştüğümüz yeri iyice tanımak için gayret sarf etmemiz gerekmez miydi? “Karlofça’dan itibaren…” nutukları çekmeye bayılırız da, bugün Karlofça’ya gidebilmek için kaç tane ülkeden vize almamız gerektiğini bilmeyiz. Ve yerini dahi bilmekten aciz olduğumuz o ırak memleketleri, beğenmediğimiz “geri kafalı adamlar”ın yüzyıllar boyu nasıl büyük bir ustalık ve dirayetle yönettiklerini anlamaya çalışacağımıza, beceriksizlikle suçlamaya kalkıyoruz; itiraf edelim ki bu, tembelliğimizi örtüyor, kolayımıza geliyor. 30 senedir bir avuçluk Kıbrıs meselesini çözemeyen bir ülkenin çocukları olarak Orta Avrupa’yı karış karış bilen Osmanlı heyetinin Kutsal İttifak diplomatlarına hangi coğrafya ve diplomasi derslerini verdiklerini görmek için bile olsa Karlofça’yı lif lif çözmemiz, sonra da şapkamızı önümüze koyup kesif düşünce bulutlarına dalmamız gerekiyor.
Karlofça’daki Osmanlı diplomasisi üzerine Princeton Üniversitesi’nde hazırlanan ve ne yazık ki hâlâ dilimize çevrilmemiş olan doktora tezi (1963), Osmanlı heyetinin masalara hangi halet-i ruhiye içinde oturduğunu ve müzakerelerin nasıl cereyan ettiğini bütün safhalarıyla anlatıyor. Ayrıca Rami Mehmed Paşa’nın tuttuğu günlük, kendi el yazısıyla kütüphanelerimizin raflarını sızlatıyor ama maalesef okuyan eden yok. Gelin görün ki “Karlofça’da Osmanlı’nın gerilediği tescil edildi” nutuklarıyla mangalda kül bırakmamayı iyi biliyoruz.
Baksanıza, sevgili Dışişleri Bakanlığı’mız bile internet sitesinde müzakere yeri olarak Karlofça’nın seçiminin Avusturya İmparatoru’nun tercihi olduğunu yüzü kızarmadan yazabiliyor. İnsaf yahu! Oysa sırf bu yer meselesi için bile kıyametleri koparan taraf Osmanlı heyeti değil miydi? Monşerlerimiz kusura bakmasın, Karlofça, Osmanlıların tercihi, hatta dayatmasıydı. Üstüne üstlük kendileriyle müzakerelere girecek heyetlerden “ehliyet, ruhsat” soran taraf da Osmanlı idi. (Bilmiyorlarsa pirleri Rami Mehmed Paşa’nın kitabını okusunlar. Ama kitap Türkçe olduğu için okuyamazlar! Korkarım Fransızca veya İngilizce tercümesi çıkana kadar mevcut yalan yanlış bilgilerle idare etmeleri gerekecek!)
Biliyorum, belki bütün bilgileriniz alt üst oluyor ama artık tarihimize, yani kendimize karşı giriştiğimiz linç kampanyasından ya da Haçlı seferlerinden utanıp bir an önce hakikati öğrenmeye sıvanalım lütfen. Bu köşe, tek bir şey için, tarihimizin hakikat fedailiği için var çünkü.
Karlofça’n mı var, derdin var!
Kan ve sızı akıyor kütüphane raflarından okul sıralarına, Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesine, koca koca ansiklopedi ciltlerinin sayfalarına. Bir sabah uyandığında her şeyi kırmızı görmeye başlayan göz tansiyonu hastaları gibiyiz. Tarih bizim için hep kızıl renkte. Savaşları kazanırken de, kaybederken de.
Oysa insan sıcaklığı tütmeli değil mi tarih kitaplarından? Ilık bir süt gibi taravetinden rayihalar dökülmeli değil mi dimağımıza? Kalbimiz o tarihi yapan insanların kalbiyle aynı nabız vuruşlarına yakalanmalı değil mi ökseye yakalanmış saka kuşları gibi?
Yazmamak geliyor insanın içinden; duyarsızlığımızı gördükçe susmak ve kaynakları susturmak isteği kaplıyor içimi. ‘Bu tarih bize çok’, diyesim geliyor. ‘Nahif omuzlarımız bu sıkleti taşıyamayacağı için susmuş bütün kitaplar’, diyesim geliyor. Amaa…
Ama o sırada Rami Mehmed Paşa’nın perde arkasından sesini işitiyorum. Karlofça’da ancak bir araya gelince bizi masaya oturtabilen Kutsal Lig temsilcilerine karşı şu halis muhlis Osmanlı cümleleri onun ağzından saçılıyor önümdeki sayfalara:
“Avn-i Hakk ile Devlet-i Aliyye’nin kudretini siz de biliyorsunuz. Kuvvetimizi her geçen gün karada ve denizde artırıyoruz. İttifakınıza aldanmayın. Çünkü kendi kuvvetine güvenmek, iânetle [başkasının yardımıyla] kuvvetlenmekten daha mühimdir.”
Bu hikmetli ve yürekli sözlerin, güya yenik taraf olarak masaya oturan Osmanlı heyetinin reisinin ağzından çıktığına gelin de inanın. Ya kitaplarımız yalan söylüyor, ya da bu köşe.
“Kendi kuvvetine güvenmek…” Sahi, bu sözlerin manasını unutalı ne kadar oldu dersiniz? Kendimize güvenmek, her şeyden önce de herhangi bir devlet ve milletin değil, Osmanlı’nın varisi olduğumuzu hatırlamak neden bu kadar zorlaştırıldı dersiniz?
Kıbrıs’taki vaziyetten ve Washington-Telaviv patentli Büyük Ortadoğu’nun piyonlarından biri olmaya can atmamızdan belli değil mi?
Rami Mehmed Paşa kimdir?
1654’te Eyüp semtinde doğar. Günün birinde Cafer Efendi adında birisiyle karşılaşır ve Divan-ı Hümayun kalemine kâtip yamağı olarak girer. Şair Nabi’nin sohbet halkasına dahil olur ve onun vasıtasıyla Padişah’ın yakınlarından Musahip Mustafa Paşa’nın şahsî hizmetine geçer. 1686’daki ölümüne kadar gerek İstanbul’da, gerekse Mora ve Çanakkale’de Paşa’nın hizmetinde bulunur. Nabi ile birlikte geçirdiği uzun yıllar, kendisine yalnız dünyayı tanıma fırsatını değil, aynı zamanda Türkçe ifade kudretini, şiir zevkini ve üslupçuluğunu da kazandırır. Divan’ı vardır. (Onu Hac yolculuğunda Nabi’nin yoldaşı olarak görüyoruz.)
Paşa’nın ölümünden sonra Divan-ı Hümayun’a dönen Rami Mehmed Efendi, kendisini Karlofça’ya uçuracak Reisülküttablık dairesine atanır. Burada bütün yazışmalar elinden geçtiği için devletin girdisini çıktısını tanır. 1694’te, 40 yaşındayken Reisülküttablığa atanır. 4 yıl sonra onu Karlofça’da görürüz. 1702’de Sadrazamlığa kadar yükselir. Müteşebbis bir devlet adamı olduğu anlaşılan Rami Mehmed Paşa’nın iktidarında, uzun zamandır unutulmuş olan bazı dokumacılık kollarını ihya etmeye, Fransa’dan çuha alımını engellemeye, yerli üretimin kalitesini artırmaya ve atalet kesbetmiş olan tersaneyi ayağa kaldırmaya dönük tedbirler aldığını biliyoruz. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Tarihi”, c. IV/I, s. 20.)
Do you want Search?
Random Post
Search