Malezya kimliğinde Osmanlı damgası
Şerif Mardin’in söyleşisiyle başlayan tartışma en azından iki kavramı sivriltmiş oldu. Birincisi ‘mahalle baskısı’, ikincisi de günlerdir gazetelerin manşetlerinden inmeyen ‘Malezya örneği’. Daha doğrusu ‘Türkiye Malezya olur mu?’ korkusu.
Ne yalan söylemeli, tartışmaların faydası olmadı değil. Böylece deprem ve tsunami dışında dikiz aynamıza bir türlü giremeyen Güneydoğu Asya Müslümanlığının paslı penceresini aralamış olduk.
Gelin, bugün güncelin ağlarından kurtulup biraz gerilere, Malezya’nın geçmişine uzanalım ve bakalım, tarihin sihirli aynasında neler görünüyor?
Türk-Malay irtibatının kökenleri 13. yüzyıla, yani yaklaşık 700 yıl öncesine dayanır. Her ne kadar Malay adalarına İslamiyet’in gelişi, genellikle Müslüman tüccarların marifeti olarak gösteriliyorsa da -ki belli bir ölçüde haklılık payı var- İslamiyet’in yerleşip pekişmesi için başka etkenlerin rol oynaması gerekiyordu. Dolayısıyla bölge halkının Müslümanlıkla tanışması, Hindistan’da hüküm süren Türk hanedanlıklarının eseridir. Hint alt kıtasında, özellikle de bugünkü Pakistan ve Bangladeş’te Sünni Müslümanlığın yayılmasının bu dönemde gerçekleştiğini biliyoruz.
İşte Malay Müslümanlığının asıl kökeni, Hint alt kıtasından giden şeyh ve dervişlerin etkinliğine dayanır. Hoşgörülü ve ılımlı bir Müslümanlığı yayan sufiler, kalpleri fethederek ilerliyorlardı adadan adaya. Ama İslamiyet, aynen Osmanlıların Balkanlarda başardığına benzer bir şekilde yeni bir sosyo-ekonomik düzen getirmeseydi, tabanda tutunması kolay olmazdı. Bu ‘ilerici’ düzen sayesinde borçtan kaynaklanan kölelik ile savaş köleliği kaldırıldı. Böylece İslamiyet, bölge halkı için bir din olmaktan önce bir kurtuluş umudu ve insanların bireysel değerini tanıyan üstün bir sistem olarak görüldü. Belki de Şerif Mardin’in 30 yıl önceki bir tebliğinde sözünü ettiği, İslamiyet’in, insanların devlet dışında bir grup (cemaat) olarak yaşamalarını mümkün kılan ve onlara önemlerini hatırlatan yanının dayanılmaz cazibesini Malezyalıların asırlar öncesinde yaşadıklarını görüyoruz.
Türk-Malay dostluk zincirindeki ikinci halkada Anadolulu gönüllüler anlamına gelen Rumileri buluyoruz. Bunlar gittikleri ülkelerde özellikle silah imalatından topçuluk eğitimine varıncaya kadar askerliğin birçok alanında hizmet veriyorlardı. Portekiz hücumları halkı nefessiz bıraktığı anlarda Anadolu gönüllüleri imdada yetişiyor ve Malay limanlarını canla başla savunuyorlardı. Tabii bu çabalarının ileride Anadolu lehine kaynayan bir sevgi pınarına dönüşeceğini tahmin edemezlerdi.
İşte 1511 yılında ünlü Malakka boğazının Portekizlilerin eline geçmesinden sonra İslamiyet’in bölgedeki merkezi Açe’ye kayacak, buna karşılık 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı’nın eğri kılıcı yeşil gölgesini bölgedeki Müslümanların üzerine yayacaktı. Basiretli Açe Sultanı’nın Osmanlı padişahına elçi yollayarak himaye ve askerî yardım talep etmesiyle başlayan diplomatik ilişkiler günümüze kadar devam edecektir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin himaye fermanı, bölgenin kendi koruması altında olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Osmanlı askerinin orada hazır bulunması gerekmiyordu. Zira adı bile yetiyordu o zamanlar Osmanlı’nın.
Gel zaman git zaman Avrupalı sömürgecilere karşı güven tazelemek isteyen Açe halkına Sultan Abdülmecid iki ferman gönderir. 1868’de ise Hollandalılar gözlerini dikmişlerdir adalara. Sıkışan Açe Sultanı yardım için İstanbul’a başvurduğunda tahtta bu kez Abdülaziz vardır ve Mithat Paşa Açe’nin haklarını savunmakla görevlendirilir. Osmanlı dış politikasında Açe meselesi birdenbire önem kazanır. İstanbul basını Sumatra’ya yollanan bir Osmanlı elçisinin gemilerinden haberler verir. Bunun üzerine Hollanda’nın alarma geçtiği görülür.
II. Abdülhamid, İslam Birliği’ni hem sağlamaya hem de emperyalizm karşısında örgütlemeye kararlıdır. Nitekim onun desteğiyle Mehmed Kâmil Bey adında ilk ve son Batavia konsolosumuz yola çıkar ve 1897-1899 yıllarında hummalı bir faaliyette bulunur. Her gittiği yerde yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan Halifenin gücünü anlatmak ve halkı bilinçlendirmekle görevlidir. Gerçi Hollandalılar tarafından yakalanarak sürüldükten sonra, 1904 yılında Açe düşer. Lakin artık İslam birliği bilinciyle tanışan ve emperyalizmin kirli yüzünü tanıyan Endonezya ve Malezya halkı, için için kaynamaktadır. Nihayet 1915’te meydana gelen Singapur ayaklanması bu bilinçlendirme faaliyetinin sonucudur. Osmanlı’nın yaktığı özgürlük ve bağımsızlık meşalesi yanmaya başlamıştır bir kere.
Bu arada Osmanlı Devleti çöker ve yerine yeni bir devlet kurulur. Esaret altındaki Malay halkı Kurtuluş Savaşı’mızın zaferle sonuçlanmasını abartılı bir sevinçle karşılar. Tam Osmanlı’nın yeniden dirildiğini düşünüp Halife adına bir kere daha umutlanmışken 1924’ün Mart’ında o şok edici haberle sarsılırlar: Hilafet kaldırılmıştır. Gelenekselciler Türkiye’ye ateş püskürmeye başlar, çünkü bağımsızlık yolunda ellerindeki en büyük kozu yitirmişlerdir. Modernistler ise bu kararı destekler. Hatta ‘Türk tarzı’ bir parti bile kurulur (Birleşik Malaylar Milli Teşkilatı-1946). Lideri, Dato Onn adlı bir Malaydır. Dato Onn’a şimdilik bir mim koyup yolumuza devam edelim.
Abdülaziz devrinde Malezya ile ilişkilerimizin yoğunlaştığını söylemiştik. İşte o günlerde Ebubekir adlı Johore Sultanı İstanbul’a gelir ve kendisine saraydan Rukiye adlı Çerkes kökenli bir cariye hediye edilir. İşe bakın ki, bu Rukiye Hanım Malezya’da tam 3 defa seçkin şahıslarla evlenmiş ve toplam 11 çocuk dünyaya getirmiştir. İşte ikinci kocasından doğan Dato Onn, sözünü ettiğimiz Türk yanlısı partinin lideridir. Dahası, onun oğlu Tun Hüseyin ise Malezya’nın üçüncü Devlet Başkanı seçilir. Son evliliği bir Yemenliyledir. Bu evliliğinden tek oğlu doğar. İlginç olan nokta, üç torunundan Hüseyin el-Attas’ın, bir kitabı dilimize çevrilen bir sosyolog, Seyyid Nakib el-Attas’ın ise kitapları Türkçeye çevrilmiş şöhretli bir akademisyen olmasıdır.
İşte ‘Bizim Malezya’nın Türkiye ile iç içe geçmiş öyküsü. Artık bu yazıyı okuduktan sonra hâlâ “Türkiye Malezya olur mu?” diye geveleyen olursa ne cevap vereceğinizi eminim biliyorsunuzdur. m.armagan@zaman.com.tr
30 Eylül 2007, Pazar