Osmanlı yalnız savaşmaktan mı anlardı?
Osmanlı, askerin egemen olduğu bir devlet miydi? Savaşmaktan başkabir şey bilmez miydi?
Savaşmak ilk işi, yönetmek ikinci işi mi olmuştu? Değerli tarihçi Rhoads Murhpeş, bütün bu iddiaların tarihçilerin marifeti olduğunu, aslında Osmanlı Devleti’nin hiç de zannedildiği gibi “yağmacı” ve “savaşçı” bir devlet olmadığını ortaya koyuyor. Eğer Osmanlı Devleti sadece savaşmayı bilen bir devlet olmuş olsaydı, 18. yüz-
yılınbüyük felaket yıllarında dahi halkın üzerindeki vergi yükünü azaltma yönünde mali tedbirleri gündeme getirir miydi?
Recep Peker’i tanıtmama gerek var mı? Hani şu Tek Parti devrinin dehşetli ideologu; Şeyh Sait İsyanı’nda Başbakan İsmet İnönü’yü “yumuşak” davrandığı için kınayarak bakanlıktan istifa eden, hatta üçüncü defa seçildiği CHP genel sekreterliğinde Atatürk’e bile yeterince “Atatürkçü olmadığı” için kafa tuttuğu için görevden alınan bu “aşırı inkılapçı”, 1946’da İnönü tarafından başbakanlığa getirilerek tasfiye edilecek ve istifasından 3 yıl sonra, 1950’de ölecektir.
Peker ölmüştür ama kendisini ‘ölümsüzleştiren’ bir eser bırakmıştır kitaplık raflarına: “İnkılâp Dersleri”. Milliyetçiliğin milleti inşa etmeye soyunduğu demlerdir ve mitolojideki Prokrustes gibi, uzun boyluların bacakları kırılarak, kısa boyluların bacaklarından çekilip uzatılarak İnkılap İdeolojisi’ne uygun adamlar imali rağbettedir. Bunun için de üniversite ve yüksek tahsil gençleri için çeşitli dersler ve konferanslar düzenlenmekte, böylece “Türk ana inanış istikametini” onlara “aşılamak” ve kafalarına “yerleştirmek” için Osmanlı tarihi ve yeni kurulan Cumhuriyet rejimi hakkında “muayyen bir fikr-i sabit” inşasına girişilmektedir.
Peker’in 1934-35 yıllarında verdiği “İnkılâp Dersleri”, sıkı bir Osmanlı eleştirisiyle, ne eleştirisi, karalamasıyla başlar. Matbaa ülkemize 300 yıl kadar geç geldiği için medeniyet hamlelerinden geri kaldığımızı söylemekte, 1770 Çeşme Baskını sırasında Osmanlı idaresinin “yüz kızartacak” derecede cahil olduğunu vurgulamakta ve Cumhuriyet’e, geçmişten kala kala bir “çöl”ün kaldığını ileri sürmektedir.
Peker, şu epeyce yaygın basmakalıp hükmü bir kere daha tekrarlamaktan çekinmez: “OSMANLI DEVRİNDE BİZİM BÜTÜN MARİFETLERİMİZ HEMEN HEMEN HARP SANAYİİNE İNHİSAR ETMİŞ OLDU. Geniş sınırları korumak ve onun içinde tutunmak gerekti. Bunun için top, tüfek, barut ve deniz harp vasıtaları yapmak lazımdı. Bu çeşit sanatlar epeyce ilerlemiş bulunuyordu. Bir zaman geldi, bu vasıtalar da daha derin ve yeni bilgi ve teknik istedi. Bunlardan mahrum olan imparatorluk harp vasıtalarını ve harbi yapmakta geri kaldı, yalnız silah ve boğuşma vasıtalarını kullanmakta büyük kudret sahibi olmak, muvaffak olabilmek ve emniyetle yaşayabilmek için hiçbir devirde yeter bir şey değildir. Bunun için vasıtadan başka ve ondan önce yenmek tekniğine, yenmek hırsına ve heyecanına malik olmak şarttır.”
Ne yazık ki, Peker, bu “idealist” düşüncelerinde yalnız kalmamıştır (idealisttir, çünkü maddi şartlardan ziyade “hırs” ve “heyecan”a bağlamıştır kudret sahibi olmayı). Sonraki yıllarda gerek sol, gerekse liberal kesimler, hatta bazen Osmanlı zaferlerini abartmaya kalkan milliyetçiler ve İslamcılar, Osmanlı’yı bir “savaş makinesi”nden ibaret gösterme yarışına katıldılar. Zaferler, fetihler ile acı yenilgiler, ağır hezimetler ve bozgunlar… Bu terimler şabloncu ve “skor tabelası”na oynayan tarihçiliğimizin iflah olmaz kapanları oldu. Elbirliğiyle Osmanlı’yı dev bir savaş makinesinin giderek köhneyen yağlanmamış çarklarına teslim etmiş olduk. Ne diyelim, hayırlı olsun!
“Savaşçı Osmanlı” fikrini, çok geniş bir yelpazede gerek aydınlar ve gerekse kitle, bağrına basmış ve Osmanlı Devleti’nin “askerî” bir devlet olduğu fikri, adeta bir kanun gibi tartışılmaz hale gelmiştir. O zaman Peker’in Kemalist iddiası nasıl oldu da bu derece yaygın bir kabule mahzar oldu topraklarımızda? Bir Venedikli, bir Rus, bir Avusturyalı söylese anlamlı olabilecek bu basmakalıp yargının beyinlerimizde yıllardır attığı voltaya “dur!” demenin zamanı gelmedi mi daha?
Osmanlı’ya asker hakem değildi!
Gelin görün ki, beynimizdeki zincirlerin bile farkına varmayacak kadar ağır bir hissizlik hastalığına duçar olmuşuz. Birilerinin gelip bize, onun hangi zincirlere bağlı bulunduğunu hatırlatması gerekiyor. Bu “birisi”ni, bu hafta köşeme davet ediyorum izninizle. Birmingham Üniversitesi öğretim üyesi Rhoads Murphey, 1999’da UCL Press tarafından basılan büyük emek mahsulü kitabı “Ottoman Warfare, 1500-1700″de Osmanlı tarihine Batılı gözle bakma alışkanlığımızın bizi zamanla nasıl “Batı gemisi”ne çalışan birer “forsa” haline getirdiğini parlak örneklerle ortaya koyuyor ve Peker’in yukarıdaki sözlerine 65 yıl sonra cevap yetiştiriyor: “TARİHİNİN HİÇBİR DÖNEMİNDE OSMANLI SİVİL TOPLUMUNA ASKERÎ KURUMLARIN EGEMEN OLDUĞU SÖYLENEMEZ.” Ne demek bu şimdi? Ne güzel biz bize Osmanlı’nın asker bir millet olduğunu, devletin de askerlikten daha iyi hiçbir şeyi beceremediğini, önce yağma yaparak geçindiğini, ganimetlerin kaynağı kesilince bu defa kendi halkını soymaya başladığını söylüyor ve eğleniyorduk. Pişmiş aşa su katmak buna denmez de neye denir?
Murphey devam ediyor inatla: “Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun engin yüzölçümü dikkate alındığında askerî güçlerin, devletin bekasında asgari düzeyde bir rol oynadıkları bile söylenebilir. 16. yüzyıl sonlarında nüfusu 20 milyonu aşan bir imparatorluğun bu kadarcık [70 bin civarında] sabit askerinin bulunması, çağdaşlarıyla kıyaslandığında mütevazı kalmaktadır.” Mesela, aynı yıllarda sahip olduğu sabit asker sayısı Osmanlılarınkinden çok daha fazla olduğu halde kimse Habsburglara asker-egemen devlet gözüyle bakmamaktadır. Neden? Onlar “medenî”, biz “barbar” olduğumuz için mi yoksa?
Kaldı ki, Linda Darling’in tespit ettiği gibi, askerliğe bu kadar takıntılı bir devletin 17. yüzyıl gibi her açıdan sıkıntılı bir döneminde pazarlığa açık ve esnek bir vergilendirme politikası izlemesinin mantığı bizi şaşırtmalı değil midir asıl? Bu, yaralı halkının gönlünü kazanmak için olduğu kadar, ekonomik durumunu düzeltmeye dönük bir tedbirdir ve son derece “sivil” bir bakış açısının ürünüdür. Oysa aynı dönemde Avrupa’da “ejderha devlet”, halkın cebindeki paraya dikmiştir gözlerini ve bu yüzden İngiliz Maliyesi’nin adı, halk arasında Bin Gözlü Dev’e çıkmıştır. Gözlerimizi kamaştıran ve yetişemediğimiz için dövünüp durduğumuz Batı medeniyetinin parlak aynasının arkasında böyle bir kara tabaka sırıtmaktadır.
Neyse, Recep Peker’in yanlış hesabı geç de olsa Birmingham’dan dönmüş bulunuyor.
Do you want Search?
Random Post
Search