Osmanlı’da Devrim
Fransa’ya kapitülasyonlar neden verildi? Şehzadeler saraya, kafes arkasına neden konuldular? Yeniçeriliğe neden sadece devşirmelerin alınması geleneğinden vazgeçildi de, Anadolu’dan asker yazılmaya başlandı? Tımardan zeamete niçin geçmek gereğini duydu yöneticiler? Padişahlar bir bakıma bakanlar kurulu demek olan Divanı Hümayun’un toplantılarından nasıl uzaklaştırıldılar? Padişahın yetkileri neden kısıtlandı? Sultan I. Ahmed zamanında neden kardeş katlini engelleyen en büyük hanedan üyesinin tahta geçmesi kararı alındı? Eşkıya ile pazarlıklar neden başladı? Osmanlı Devleti’nde sivilleşme, yani yönetimde askerin ağırlığının azalması ne zaman başladı? Reayanın kontrolünü elinden kaçırmasına sebep neydi devletin?
Bu ve benzeri sorular, dikkatle bakıldığında 17. yüzyıldan ya biraz önce veya sonraya yöneliktir ve bize imparatorluğun son üç yüzyılındaki köklü değişikliklerin işaretlerini sunmaktadır.
Tekrarlamakta fayda var: Bütün bu ve benzeri işaretler bize 17. yüzyıl başlarında Osmanlı devlet idaresinde bir darbe yapıldığını gösteriyor. Daha doğrusu bir saray darbesi. Keskin bir dikkat sarf edilmezse fark edilemeyecek olan bu “düşük yoğunluklu” darbenin ilk işaretini nasihatname geleneğinin dönüm noktalarından Lütfi Paşa’nın Asafname’si vermiştir.
Bütün bu eserlerde Osmanlı Devleti’nde bir bozulmanın, çürümenin ve yozlaşmanın, eski kurumların kurallarında gevşemelerin olduğu ifade edilmektedir. Devlet bir avuç eşkıya ile başa çıkamamış, vazifeler parayla satılır olmuş, yeniçeriliğin kuralları bozulmuş, artık esnaf ve köylü de (bu, dikkat isterim, “Anadolu” demektir ve “etrak-i bi-idrak” denilen ‘kaba’ Türklerin devlet idaresine karışmalarını zemmeden devşirme zümrelerin bir ideolojisinin satır arasından konuştuğunu göstermektedir bize) yeniçeri yazılabilmektedir. Padişah artık etrafına söz geçirememektedir. Toplumda herkes her tabakaya veya loncaya girip çıkabilir hale gelmiştir vs. Şimdi bu şikayetleri ne kadar ciddiye almak gerekir? Bunlar birer vakıa, birer olgu elbette; ama onların var olmaları doğru oldukları anlamına gelmez; gelmemeli. Bu sözleri söyleyenin hangi zedelenmiş menfaatlerini tazmin için, hangi kaybettiği mevkii istirdad etmek (geri almak) için, hangi bozulan huzuruna tekrar kavuşmak için çırpındığını biliyor muyuz?
Bunları, pekala Gelibolulu Mustafa Ali gibi birisi, yıldızının bir türlü barışmadığı Sinan Paşa dönemini zemmetmek maksadıyla söylemiş olabilir. İdarede ve toplumdaki değişmeler yüzünden rahatı kaçmış bir zümrenin, mesela doğrudan Padişah’ın gözüne girmek isteyen; fakat onun geriye çekilmesi yüzünden emeline nail olamayan bir şair veya tarihçinin somut şikayetlerini gizlemek için başvurduğu bir oyun olamaz mı? Bu şikayetlerin hepsini ciddiye alacak olsaydık, 1502 tarihli II. Bayezid zamanında çıkarılan Kanunname-i İhtisab-ı Bursa’da sık sık tekrar edilen “artık kanunı kadimden eser kalmamıştır” şikayetini de ciddiye almamız ve daha 1502’de Osmanlı Devleti’nin bozulmuş olduğuna hükmetmemiz gerekirdi. Peki daha 1502’de bozulmuşsa bu devlet, bozulmamış bir dönemini bulabilecek miyiz? sorusu cevapsız kalacaktır. Rifat Ali Abou-El-Haj, haklı olarak 17. yüzyıldaki global değişimlerden Osmanlı Devleti’nin etkilenmesinin normal olduğunu, bu dönemde aslında Osmanlı Devleti’nin bir tür “modern devlet”e dönüştüğünü açıklıyor kitabında (Formation of the Modern State, 1991).
Tıpkı bugünkü Yeni Dünya Düzeni veya Global Çağ diye dilimize doladığımız dönemde olduğu gibi Osmanlı devlet kurumları da 17. yüzyılda bir tıkanma noktasına gelmişlerdi. Avrupa ülkeleri artık münhasıran topraktan elde edilecek gelirden ticaret ve sanayinin tatlı karlarına doğru kaymaktadır. Başlangıçta toprağa bağlı bir devlet olarak kurulan Osmanlı Devleti, dünyadaki değişmelere paralel olarak ticarete yönelmiş ve özellikle ekonomik yönden İstanbul’un fethinden daha önemli bir hadise olan Mısır’ın fethiyle dünya ticaretinin merkezine kurulmuştur. Gerek Doğu, gerekse Batı ile artan ticaret hacmi, toprak fetihleri ile elde edilecek kazançlardan daha fazlasını getiriyordu ve Osmanlı Devleti’nin artık güçlü bir padişahın idaresinde uzak diyarlarda fetihlere yönelmesine gerek olmadığı, ortak bir kanaat şeklinde ortaya çıkmıştı. Tek bir kişinin üstün başarıları yerine ortak bir akla doğru ilerleme ve farklı dinamiklerin ortaya çıkma sürecine girilmiştir bu dönemde. Osmanlı tarihini dünya tarihinin bir parçası olarak ele almaz ve yorumlamazsanız, 1299’dan 1923’e kadar bu devletin hiç değişmediği ve değişmeyeceği varsayımı üzerine oturtursanız bütün fikrinizi, açık söyleyeyim, tarihin dışına sürüklenirsiniz.
Anladığınızı zannettiğiniz şey tarih değil, ideoloji olur.