Şeytanın Sözlüğü
Elimde günlerdir evirip çevirdiğim bir sözlüğün şu günlerin sıcak gündemine denk düşeceğini ölsem tahmin edemezdim. Şeytanın Sözlüğü (The Devil’s Dictionary) başlığını taşıyor sözlük. Yazarıbiraz esrarengiz bir kişilik olan Ambrose Bierce. İlk olarak 1911’de yayınlanmış; ama o günden bugüne pek fazla eskimemiş. Zira kelime ve kavramlara getirdiği zekice, ironik ve şaşırtıcı tanımlar hala güncelliğini koruyor. Belki Şeytanın Sözlüğü’nden çok Şeytanca Bir Sözlük denilebilir ona. Mesela tarih ona göre çoğunlukla hilebaz yöneticilerin, zeka dereceleri düşük askerlerin yaptığı, çoğunlukla önemsiz olayların yanlış anlatımlarından ibarettir. Bizim küçümsediğimiz ilkeller ise onun gözünde dürüstlüğün en iyi politika olduğuna inanan insanlardır.
Bugün asıl son günlerde Ataköy’deki çifte intihar olayı dolayısıyla gündeme giren Satanism (Şeytanperestlik) konusu üzerinde durmak istiyordum. Bierce’ın kitabı giriş için bir bahane oldu. Şeytan’ın modern dünyada insanların kendisine inanmamalarını sağlayarak kendisine daha rahat at oynatacak alan bulduğu ve eskiden din ve onun beslediği kültürel alan içinde bayağı elle tutulur bir varlık iken şimdi izini kaybettirdiği iddiası yabana atılmayacak bir fikir gibi görünüyor bana. Zira dinin hayat içerisinde çok daha fazla belirleyici olduğu dönemlerde şeytan bir kimlik olarak ayırt edilebiliyor ve ona karşı alınacak önlemler, panzehirler geliştirilebiliyordu. Şeytanın hileleri, desise ve oyunları üzerine yalnız Müslümanlar arasında değil, diğer hemen bütün dinlerde ciltlerle kitap telif edilmiş, onun zararlarından nasıl korunulacağı kültür ve hayatın en önemli dinamiklerinden birisi olmuştu.
Oysa çağımızın başlarında şeytana olan inanç da, dinden uzaklaşma ile birlikte ciddiye alınmaz oldu. Böylece daha önce kontrol altında olan Satanism gibi akımlar insanların bu cazip konuya olan ilgilerini diledikleri gibi sömürebildiler. Dini otoritenin zayıflaması ve dini eğitimin etkisini kaybetmesi sonucunda birdenbire ve beklenmedik bir şekilde şeytanın ve şeytanperestliğin önü açılmış oldu. Avrupa ve Amerika’da gizli ilimlere, batıniliğe, büyüye, şeytanperestliğe yönelik artan merakın temelinde bu boşluk yatıyor. Bu da gündelik hayatın oralarda nasıl patolojik bir boyutta seyrettiğini göstermektedir bize.
Ülkemizde de giderek artan bu boşluk, geleneksel aile eğitiminin zamanla zayıflaması sonucunda büyüme eğilimine girmiştir. Özellikle gelir düzeyi yüksek ailelerin çocukları arasında rağbet bulan ve heavy metal gibi müzik endüstrisinin ürünleriyle beslenen bu gençliğe çağdaş bir dille şeytanın mahiyeti anlatılmalı ve İslam’ın bu konudaki farklı yaklaşımları sunulmalıdır. Ayrıca İslam kültürü içerisinde şeytanın bağımsız bir “karanlıklar prensi” olmadığını, gerektiğinde Peygamber Efendimiz’in dizinin dibinde sırlarını bir bir sayıp dökebildiğini öğretmek öğretici olacaktır.
Özetle, din eğitimini yasaklamak veya savsaklamak çözüm değildir. Zira dinin engellediği bir çok marazi eğilimi ondan daha etkili bir şekilde engelleyecek laik mekanizmalar oluşturamıyorsanız, meseleyi sadece ortada bırakmış oluyorsunuz. Yani topu santraya koyuyorsunuz; ama kalenizde kaleci yok!
Neyse, bu konu daha çok sütun tüketir. En iyisi ileride yazmayı düşündüğüm kitabıma saklayayım şeytanla ilgili diyeceklerimi.
Sarmaşık
Napolyon, Goethe’yi nasıl eleştirdi?
Bundan birkaç ay evvel Napolyon’un ilk karşılaşmalarında Goethe’yi Peygamber Efendimiz hakkında yazdığı bir kitap dolayısıyla nasıl eleştirdiğini yine bu köşede okumuştunuz. Bu defa aynı önemli görüşmenin –bazılarına göre çağın iki dahisinin buluşmasıdır bu görüşme– bir başka ibretamiz safhasını göreceğiz. Takvimler Ekim 1808 tarihini gösterirken Napolyon idaresindeki Fransız ordusu Jena’da Alman ordularını mağlup ederek Goethe’nin kaldığı Weimar’a girmiştir. Goethe’nin de çok takdir ettiği ve “Demonik bir insan” dediği Napolyon, Erfurt’taki bir toplantıda Goethe ile karşılaşır. Daha kapıdan girer girmez Napolyon, Goethe’yi dikkatle süzer ve “Siz önemli bir insansınız” sözleri dökülür dudaklarından. Ardından sözünü ettiğim yazıda anlattığım üzere Goethe’nin, Voltaire’in Peygamber Efendimiz hakkındaki kitabını tercüme ettiğini öğrenince “Bu iyi bir eser değildir.” der ve “Dünyayı dize getirmiş birinin” bu şekilde anlatılmış olmasının hiç yakışık almadığını da sözlerine ekler.
Sonra muhabbet ilerler ve söz Goethe’nin Werther adlı ünlü eserine gelir. Bir rivayete göre tam 7 defa okuduğunu söylemiştir Napolyon bu kitabı. Koyun cebinden Werther’i çıkarıp Goethe’yi eleştirmeye başlar . Hem de ne eleştiri!
Eserin bir noktasına değinen Napolyon, bu olayı niçin böyle kurduğunu sorar Goethe’den. “Bu, doğal değildir.” der ve o parçanın geniş ve doğru bir çözümünü yapar. Goethe şaşırmıştır, çünkü ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerin kendi eseri üzerinde bu kadar kılı kırka yararcasına düşünmüş olması karşısında hayreti giderek hayranlığa döner. Ve işin garibi koca Goethe, Napolyon’un eleştirilerini haklı ve yerinde bulmuştur. Orada bir sanat oyunu yapmaya çalıştığını itiraf eder. İmparator bu cevaptan hoşlanır ve ardından “tragedya sahnesini büyük bir dikkatle inceleyen bir ağır ceza yargıcı” gibi tiyatro üzerine düşüncelerini söyler. Bu arada Fransız tiyatrosunun tabiattan ve gerçekten giderek uzaklaştığını da sözlerine ekler.
Böylece başlayan dostluk iki yıl sonraki bir buluşmayla doruk noktasına ulaşır. Böylece her ikisi de kendilerinden sonraki gelişmelere damgalarını vurmuş iki büyük zekanın yolları, bir daha buluşmasalar bile tarihin bu önemli kavşağında birleşmiştir; birbirlerini etkileyerek üstelik.
Bunu biliyor muydunuz?
Ünlü tarihçi Fernand Braudel’e göre İngiltere Kralı VIII. Henry, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı hukuk sistemini incelemek üzere İstanbul’a bir heyet göndermiştir.
Zikreden: Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara 1975, s. 193.
Cuma sözleri
Hayat sonsuz bir sabah gibi olmalıdır.
Henri Miller