Sansür ve Kırca

Sansür ve Kırca
Adnan Adıvar anlatıyor: Bir dergi çıkartmaya karar vermişler arkadaşlarıyla. Nereden icap ettiyse bir arkadaşı zamanın üstadlarından Cenab Şehabeddin’den bir yazı kopartmış ve sevinç içinde derginin idarehanesine koşmuş. Yazıyı koymuşlar dergiye koymasına; ama sansür kurulundan üzeri kırmızı kalemle çizili olarak geri gelmiş. Bu, yazının dergiye girmeyeceği demekmiş. Böyle büyük bir kalem sahibinden yazı koparıp da yayımlayamamanın kızgınlığıyla sebebini sormuşlar. “Vallahi” demiş görevli kişi, “Yazıdan bir şey anlayamadım; ama ne olur ne olmaz, vardır bir hinlik, diye girmesini muvafık bulmadım.” (Düştüğü notta Adıvar da yazıdan bir şey anlamadığını (!) beyan edecektir.)

Artık böyle bir sansür kurulu yok. Ne var ki şahıslara ve manevi şahsiyetlerine hakaret içeren yazı ve haberler de medyamızın harcıalem işlerinden olmuş durumda. Bir gazetenin TBMM’ye karşı attığı “Yuh olsun size” manşeti hala hatırlardadır. Yakınlarda “Atın bu adamı”, “Manyağa bak”, “Sizi sekiz yıl bile eğitemez” manşetleri sözü Mona “büyük” gazetelerin baş sayfalarını süslemişti. Doğrusu Meclis’e ve sekiz yıllık eğitim aleyhtarlarına karşı atılan manşetlere tepki gösterilmesini boşuna beklemiştim. Birkaç köşe yazısı dışında kimse üzerine alınmak ya da alakadar olmak istememişti.

Tepki gösterilmesi gereken konularda suspus olurken, medyanın körüklemesiyle Levent Kırca’nın şovuna iştirakte sıraya girenler ne kadar samimiler? Bunu ölçecek bir alet yoksa da elimizde, aynı duyarlılığı sanatçıların telif ve sigorta hakları konusunda gösterseler hiç değilse dişe dokunur bir iş yapmış olurlar.

Mesela artık yaşını başını almış bir sanatçı olan Erkin Koray’ın yapacağı kasedin bir ay öncesinden korsan olarak piyasaya sürülmesi karşısında hiç ses çıkartmayanların Kırca’nın “sanatçı” haklarını savunduklarını söylemeleri ne kadar inandırıcı olabilir? Koray’ın feryadına bir tek Kanal 7’nin ses vermesi yeterince açıklamıyor mu olayın içyüzünü?

SARMAŞIK

“Maraba Televole”(!)

Kırca’nın haklı olduğu taraf, bir program yüzünden bütün kanalın karartılmasının doğru olmadığı. Bu noktada yeni düzenlemeler yapılması gerekiyor gerçekten de. Futbolda nasıl kasti faul yapan futbolcuya (takıma değil) sarı veya kırmızı kart gösteriliyor ve takım değil, futbolcu cezalandırılıyorsa, televizyonda da kanallar değil, programlar cezalandırılmalı diye düşünüyorum.

Lakin bir de madalyonun tersine bakmakta fayda var. Geçenlerde Perihan Mağden de yazdı, Olacak O Kadar bugün miadını doldurmuş bir komedi programıdır, diye. Olacak O Kadar bir humour (mizah) programı olmaktan çıkmış, eskiden kasaba kasaba gezen panayır vodvillerine dönmüştür. Jenerik müziğine kadar bu böyle. Hatırlarsanız, “Tam yerine rast geldi, manzara koyduk” sözleri geçer programın baş ve sonunda. Şimdiki gençler belki de bir şey anlamıyordur bu sözlerden. Bir zamanlar sadece TRT varken, bir bakardınız en olmayacak bir yerde program teknik bir arıza yüzünden kesilir ve bir manzara resmi çıkardı ekrana. Şimdi, Olacak O Kadar programının jenerik müziğindeki sözler işte o yılların bir hatırası olan bu sözleri bile değiştirmeyi düşünemedi şimdiye kadar. Toplumun erişmiş olduğu kültür düzeyinin bile gerisinde kalmış bayat ve sulu espriler, makyaj virtiözlüğü numaraları, müstehcen ve küfürlü sözler bu programın alamet-i farikası haline gelmiş durumda. Bunun da sanat, hele hele uğrunda mücadele verilecek bir sanat olduğunu söyleyip kendimizi kandırmayalım.

Bir soru: Zekanın terlemesi olarak tarif edilen mizah sanatına katkıda bulunacak bir tek espri hatırlıyor musunuz Levent Kırca’nın bu kadar yıldır seyrettiğiniz programlarından? “Maraba televole” mi? Güldürmeyin beni lütfen!

Roman nasıl ‘okunur’?

Ünlü İtalyan romancısı Italo Calvino’nun (1923-1985) çağdaş insanın durumunu alaya aldığı “Atalarımız adlı bir üçlemesi var. Üçü de Can Yayınları’nca yayımlanan bu romanlar şu adları taşıyor: Ağaca Tüneyen Baron, Varolmayan Şövalye ve İkiye Bölünen Vikont. Her üç romanda da “modern bir masalcı” edasıyla 20. yüzyıl insanının çelişkilerini tebarüz ettiren Calvino, Varolmayan Şövalye’de 8. yüzyıla uzanıyor ve Şarlman’ın Endülüs’ü Müslümanlar’dan geri alma girişimleri sırasında Ortaçağ’ın ideal insanını sembolize eden bir şövalyenin başından geçenleri anlatıyor. “Yürüyen ve içi bomboş bir zırh” metaforu ile Calvino, günümüz insanının benliğini yitirmesini, içinin boşalmasını anlatıyor. İkiye Bölünen Vikont, Avusturyalılarla Osmanlılar arasındaki bir savaşta Türklerin attığı bir top güllesi ile ikiye bölünen bir soylunun ülkesine “yarım insan” olarak döndükten sonra başına gelenleri masallaştırır. Bu roman da sakatlanan, yabancılaşan ve bütünlüğünü yitiren çağdaş insanın parodisidir bir bakıma. Ağaca Tüneyen Baron ise “Çocuk yaştan itibaren kendisine zorla benimsetilmek istenen davranış kurallarına karşı çıkarak ağaca tırmanan” ve ölümüne kadar bir daha yere ayak basmayıp orada yaşayan bir Baron’un portresini çıkartmayı deniyor. Bu da eğitim sisteminin tutsak aldığı insanın dramıdır.

Hasılı, romanları, özellikle de uçuk gibi görünen romanları biraz da çağımızın arabını çıkartma girişimleri olarak okusak fena olmayacak galiba.

KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN

“Milletin mayası kan değil dindir”

Beyefendi, milletlerin tekevvününde başlıca amil dindir. Şu son on üç asırlık İran, medeniyeti ile, irfanı ile, san’atı ile, lisanı ile Müslüman bir cemiyettir… İranlılar Araplarla, Türklerle ve bütün Müslüman milletlerle bir mayadandır. Çünkü milletlerin mayası kan değil, dindir… Türk milleti de böyle tekevvün etmiştir. Ben bu itikadda olduğum için Arab’ı ve İran’ı milliyetimin başlıca iki unsuru gibi severim.

Yazımda ve sözümde şimdiye kadar bu itikada muhalif bir şey hissedilmemiştir.” (19 Mart 1922, Tevhid-i Efkar)

Yahya Kemal, Mektuplar, Makaleler, 2. Baskı, İstanbul 1990, s. 125-6.

Bir cevap yazın