Sezai Karakoç’un köprüsü
Büyük şehre gelen her Anadolu delikanlısının ilk yılı genellikle tutunacak bir dal aramakla geçer. (Kızlar için durumun nisbeten daha kolay olduğu söylenebilir, zira ön şartları yeterince hazırlanmamışsa aileler zaten onları büyük şehrin labirentlerine atmayı göze alamazlar.) Bu sadece bir gelir arayışı değildir. Manevi ve moral tutamak arayışıdır aslına bakılırsa.
Geldikleri toprakların henüz bozulmamış yüz yüze ilişkilerinden büyük şehrin mekanik örgütlenme düzenine geçtiklerinde bir boşluk duygusu sarar onları. Çıkar üzerine örgütlenmiş bir “kurbanlar toplumu”nda yaşamayı neden sonra öğrendiklerinde o günlerine dudaklarının kenarına iliştirdikleri derin bir kavisle hasret çekerler. Geldiğimin ertesi ayı, kitaplarını yutarcasına okuduğum, şiirlerinden desteler yapıp onlardan hayalimdeki sevgililere -kendimi beğendirmek için- içimden gürül gürül neşideler söylediğim Sezai Karakoç’un ziyaretine gidecektim.
Dağınık bir odada camın kenarındaki bir masada tek başına, iri dereceli gözlüğünün ardından meraklı bakışlarını ok gibi üzerime fırlatan birisi oturuyordu. (Bu cam kırıklarını çiğneyip üzerine acı bir zahter içmiş bakışların hafızamın en mahrem bölgesine kazındığını söylemeliyim.) Merak oklarımızın çarpışmasından ben galip çıkmış olmalıyım ki, ilerleyip kendimi tanıttım. Aramızdaki yabancılık dalgasının, sohbet kuşlarımızın her kanat vuruşunda hızla eridiğini hissediyordum. Ayrıldığımda bu büyük şehirde yalnız olmadığım duygusu bütün benliğimi bir mumya gibi sarmıştı.
Sonra sürekli olmamakla birlikte defalarca yanında bulundum, sohbetlerine katıldım, hasılı, pek çok şey öğrendim kendisinden. Fakat asıl öğrendiğim -veya öğrendiğimi zannettiğim- şey, Müslüman olmanın ve aydın olmanın tahminimizden de ağır bir sorumluluğu omuzlarımıza yüklediği idi. Adeta dağların bile kabul etmediği bir sorumluluğu üstlenmeye aday olduğumuzun bilincini zerkediyordu her hareketiyle damarlarımıza.
Sezai Karakoç, Türk aydınının onurunu temsil eden birkaç isimden biridir. Bu sözü abartılı bulanlar olabilir ancak, hemen bütün maddi bağ ve bağlantılara sırt çevirmeyi ve zeytin ekmek yeme pahasına Diriliş davasına en ufak bir gölge düşmesine sebebiyet verecek her türlü nimeti elinin tersiyle itmeyi bilmiş birisidir o. Parasızlıktan telefonlarını dahi sattığı bir zamanda yurt dışından sipariş edilen kitaplarının çekini bankadan tahsil etmemesi ve Galata Köprüsü’nün üzerinde yırtıp balıklara yem olarak atması, bu örneklerden sadece biridir.
Denilebilir ki, bir aydın angaje olamaz mı? Bir partinin, bir grubun, bir kesimin içinde yer alıp yine de onuruyla eser veremez mi? Doğru. Dünyada da pek çok örneği var bu aydınların. Lakin kabul etmeli ki sıkıntı ve rizikoları da eksik değildir bu muhataralı konumun.
Bir Nazım Hikmet’i vezir eden de, rezil eden de o hep güvendiği “bir yerler” olmamış mıdır? Çağdaş Marksizm’in en eleştirel beyinlerinden birisi olan Gyorgy Lukacs’ı, ahir ömründe tıpkı Galileo gibi hata yaptığını itirafa mecbur bırakan Komünist Partisi değil midir?
Karakoç, tertemiz bir iz bırakmak istiyordu sanat ve fikir atlasında. Çamurdan geçilmeyen bir Babıali’de Köroğlu’nun atı gibi paçasına en ufak bir kir bulaştırmayacaktı. Sanat ve fikir gergefine dünyanın en saf ve en berrak pırıltılarını, gökkuşağının renklerini damla damla düşürür gibi çalışacak ama aynı zamanda bir ahlak abidesinin ham maddesi olan yalçın kayaları, dağların doruklarından söküp getirerek bir ömür boyu işleyecekti. Bu zor ve çileli yolda yalnız kalmak, etrafını küstürmek ve kendisinden menfaat bekleyenlerin birer birer uzaklaşmasını ağır çekimle seyretmek mukadderdir. O, bu kaderi bizzat yaşayan adamdır; daha doğrusu trajediyi.
Hayat ile sanat, toplum ile kültür, fizik ile fizik ötesi arasında köprü kurmak, sanatçının kaderi değil midir? Aynı zamanda bu kader ve bu karar değil midir onu tepeden tırnağa kuşatan tutku?
“Sanat eseri” diyor Karakoç, Edebiyat Yazıları I’de, “fizikten bir kurtuluş, fizikötesine bir çıkış noktası ararken, ileri atılan bir köprü ucudur. Kimi zaman, bu uç, muallakta kalır; tutunacağı yeri bekler, ya da kollar gibi. Kimi zaman da, tekrar yere düşer ve parça parça olur… Ama bir kez yükseldi o; yere düşse de, o ülkeden, izler, yaldızlar taşır. Yerdekilerin içine bir ateş düşürür.”
Cemil Meriç köprüyü yatay düzlemde ele almış ve geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olmak istediğini haykırmıştı. Sanatçı için ise köprü, tıpkı Ortaçağ’ın pontifex şahsiyetlerinde olduğu gibi dikey düzlemde kurulmalıdır; yani fizik alemden metafizik aleme doğru. Bazan da tersine, yukarıdan aşağıya kurulabilir bu köprü ki, burada dil artık susmalıdır!