Osmanlı “metal fırtına”yı nasıl göğüslemişti?
Size ABD Bahriyesi’nin doğuşunu Osmanlılara borçlu olduğunu söylersem şaşırır mısınız bilmiyorum. Aslında bu köşenin müdavimleri için artık şaşırtıcı bir şey kalmamış olduğunu biliyorum; ama yine de söyleyeyim: Amerikan Deniz Kuvvetleri, 19. yüzyılın başlarında denizaşırı bir sefer için yeterli değildi, hele hele Akdeniz gibi pek az bildikleri bir bölgede operasyon yapmak için hiç değildi.
Libya’ya yapılacak bu operasyon, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin kendini göstereceği bir arena olacaktı. Nitekim Derne’ye yapılacak çıkarma harekâtı, Amerikan Bahriye Marşı’na kadar girmiştir. Yani? Yanisi şu ki, biz Derne’nin nerede olduğunu bilmeyiz belki ama bir Amerikan Bahriyelisi, onun ismini anmadan (!) güne başlamaz.
Bundan 204 yıl önceydi ve bağımsızlığını henüz kazanmış olan Amerika Birleşik Devletleri ya da arşiv kayıtlarımıza geçen adıyla “Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti”nin başı, Osmanlı Devleti’nin himayesi altındaki Kuzey Afrika ülkeleriyle fena halde dertteydi. Cezayir, Tunus ve Trablusgarblı “resmi” korsanlar, Akdeniz’in dizginlerini kapitalist güçlere kaptırmamak için var güçleriyle mücadele veriyor, kendileriyle veya doğrudan Osmanlı Devleti’yle antlaşma yapmamış olan veya savaş halinde oldukları devletlerin gemilerini yakalayıp el koyuyor, fidye isteyerek karşı tarafı ekonomik olarak ve moralman çökertiyorlardı.
Bu şartlar altında başkanlık koltuğuna oturan Thomas Jefferson hedefini açıklamıştı: Berberîlere mangır yok, gerekirse donanmamıza milyon dolarlar harcayalım. “Amerikalı şahinler”in başkanı Jefferson, Akdeniz’deki en zayıf gördüğü Osmanlı “halkası”na, yani Trablusgarb’a müdahale emrini verdi. (Amerika’nın bu ilk ön-alıcı “terör” operasyonunu Kaddafi’nin ülkesinin eski sakinlerine karşı gerçekleştirmiş olması da yeterince ilginçtir.) Savaşmak isteyen taraf sadece Amerika değildi. Trablusgarb Beyi Yusuf Paşa, Amerika’dan George Washington’un ölümüne bedel olarak istediği 10 bin dolardan ses seda çıkmayınca öfkelenerek ülkedeki Amerikan temsilcisini yanına çağırdı, ona elini öptürdü ve ceza olarak yıllık haracın miktarını 225 bin dolara çıkardığını ilan etti. Ayrıca istediği mallardan 25 bin dolarlık bir miktarın da kendisine verilmesini istedi. Eğer bu isteği reddedilirse, savaş kaçınılmaz olacaktı. Yusuf Paşa, ne kadar kararlı olduğunu göstermek amacıyla askerlerine Amerikan konsolosunun gözü önünde gemisinin bayrak direğini kestirdi ki, bunun anlamı, savaştı.
Bu hakarete cevap vermek için 4 savaş gemisiyle Trablus sahiline giden Com. Dole, 1200 km uzunluğundaki bu sahili kontrol edemeyeceğini görünce savaşmaya cesaret edemeyerek ülkesine döndü. Donanma henüz hazır değildi ve bu güç gösterisinde ilk raundu Yusuf Paşa kazanmış gibi görünüyordu. Bir yıl sonra, Mayıs 1802’de bu defa 6 gemiyle Trablus limanı açıklarına demirledi Amerikan gemileri. Gözdağı vermek amacıyla bir Trablus gemisini batırıp sahili bombaladılar. O kadar. Çünkü Başkan kararlıydı ama Kongre, bir türlü Osmanlılara karşı bir savaş açmaya yanaşmıyordu. Zoraki de olsa anlaşma yoluyla işi çözme kararı verilmişti ve bu amaçla Amerikan gemileri Fas Sultanı’nın sarayını kuşattılar. Ondan istedikleri, düşmanlıktan vazgeçmesiydi. Topların sarayına çevrilmiş olduğunu gören Fas Sultanı tam teslim olacakken, imdadına Trablusgarb Beyi yetişti. Limanında demirlemiş bulunan Amerikalılara göre “talihsiz” Albay Bainbridge, Trablus’u kuşatayım derken kendisi kuşatılmış ve 307 adet subay ve eriyle birlikte Yusuf Paşa’nın eline esir düşmüş, böylece Amerika’nın Akdeniz üzerindeki planları bir kere daha altüst olmuştu. Komutan Edward Preble, Fas’taki kuşatmayı kaldırmak ve Bainbridge ile askerlerini kurtarmak için para toplamak derdine düşmüştü. Önce 50 bin dolar fidye ödemeyi teklif etti Yusuf Paşa’ya; kabul edilmedi. Ardından miktar 100 bin dolara çıkartıldı ama cevap yine ‘hayır’ oldu. Anlaşılan yaman mı yaman bir Karamanlıdır Yusuf Paşa ve oyunlarının sonu gelmemektedir. Bu defa Bainbridge’den zaptettiği Philadelphia adlı gemiyi yeniden donatıp Amerikan filosunun üzerine göndermeyi tasarlar. Düşmanı kendi gemisiyle vurmaktır amacı. Amerika, elindeki kuvvetlerle Berberi deniz savaşçılarıyla başa çıkamayacağını anlamıştır anlamasına ama “ilk hakiki deniz kahramanı” ilan ettiği Stephen Decatur’un hiç beklenmeyen bir oyunu sayesinde hamle üstünlüğünü ele geçirmeyi başarır.
Tarihler 15 Şubat 1804’ü gösterirken Decatur, zaptettiği bir Türk teknesine Arap süsü verdiği 74 gönüllüsünü yerleştirip gizlice yanaşır Trablus limanına. Adamları Philadelphia gemisine kanca atıp tırmanır ve gemiyi ele geçirip sağ salim Malta’ya kaçırırlar. Bu manevraları yapan 25 yaşındaki Decatur, ABD Deniz Kuvvetleri’nin en genç yaşta kaptanlığa yükselmiş deniz albayıdır ve bu unvanını Osmanlılara karşı yaptığı bu savaşta almıştır. Söylenenlere bakılırsa İngilizlerin ünlü amirali Nelson bu manevrayı duyunca, onu “çağın en cesur eylemi” ilan etmiştir.
Lakin Nelson’a rağmen bu, uzun bir mücadele olacaktır. Müslüman deniz akıncıları öyle hemen teslim olacak cinsten değildir; fırsatını buldukça bombardıman ederler Akdeniz’deki Amerikan gemilerini. Decatur da boş durmaz elbette. O da aynısını Trablus’a karşı yapar. Ama Yusuf Paşa’nın inadı inattır. Amerika’ya tek başına meydan okumaya devam eder ve esirleri değiş-tokuş etmeye yanaşmaz bir türlü. Nitekim limana yanaşan bir Amerikan “intihar gemisi”, Yusuf Paşa’nın açtığı ateş sonunda görevini yerine getiremeden infilak eder. Tarihler 3 Eylül 1804’ü göstermektedir ve Amerika’nın “metal fırtınası”na karşı Osmanlı direnişi bütün hızıyla devam etmektedir. Bundan 200 yıl önce çöktü çökecek denilen Osmanlı’nın sadece Trablus paşası bile Amerikan gemilerine göz açtırmamaktadır. Gerisini siz düşünün.
Do you want Search?
Random Post
Search