Beton ve alev arasında
Şimdilerde ara verdimse de, şehirle ilgili okuma ve araştırmalarım sürüyor. Nasipse şimdiye kadar iki kitabı (Şehir Asla Unutmaz ve Şehir, Ey Şehir) çıkan “Şehir Üzerine Düşünce Okumaları” üçlemesinin son kitabını önümüzdeki günlerde yayımlayacağım. Bugün daha önce yazdıklarıma bir derkenar düşmekle yetiniyorum.
1932 yılının ünlü mimarlık dergisi Mimar’da betonarme bina yapımı ile ilgili ilginç tartışmalar cereyan etmektedir. Devrin deyişiyle “daire mimarisi”, yani apartman mimarisi üzerine yazıların o yıllarda peşpeşe çıkmasının sebebi, 1927’de getirilen ahşap yapı yapma yasağı ve çimento imalatına verilen teşviklerdir. Türk burjuvazisine yeni bir yatırım alanı açılmakta, bu alana yatırım yapacak müteşebbisler devlet eliyle himaye görmektedir. Ahşaba karşı çimentonun savaşıdır bu bir bakıma. (Örnek olarak bkz. Mimar Zeki Selah, “Türkiye’de çimento bir lükstür”, Mimar, Yıl: 4, Sayı: 5, 1934, s. 155�156.)
Betonarme apartmanların Şişli’de, Taksim’de, Nişantaşı’nda bir bir boy gösterdiği günlerdir. Bugün 1960’lar ve sonrasında yapılanlara göre epeyce sanat zevki ve ferahlık içeren bu apartmanların, 1930’ların ahşabın o yumuşak ve sıcak zevkiyle yetişmiş nesillerine ne kadar haşin göründüğünü yine aynı dergiden takip edebiliyoruz. Sonradan Balmumcu soyadını alan Mimar Şevki, “…” başlıklı yazısında “daire mimarisi”ni sorgulayıp içerisine düşülen keşmekeşten oldukça erken bir şikayette bulunmaktadır. Yazısının bir yerinde Falih Rıfkı (Atay)’nın 21 Ağustos 1932’de Milliyet’te çıkan “Alev ve Beton” başlıklı yazısından iktibasta bulunur. İlginç bir yazıdır bu. Devrimlerin en kavi müdafii olmuş bu ünlü kalem, şehircilik konusunda devletçe empoze edilen apartman ideolojisinin özellikle İstanbul’da böylesine başıboş ve fütursuzca uygulanmasına isyan eder gibidir.
Âdeta eski ahşap İstanbul, mahveden yangınlardan kaçarken beton sağanağına tutulmuş gibidir. “Kırmızı alevden daha korkunç bir canavarın, zevksizliğin, bilgisizliğin, kontrolsuzluğun canavarlaştırdığı betonun bu sefer İstanbul’un bütün güzelliğini yalnız tahrip değil, yok ettiğini göreceksiniz.” kehanetinde bulunan Falih Rıfkı, şöyle devam eder:
“Hep birbirinden kopye, plan parası verilmemek için yapı kalfalarının kafasından çıkmış ve kalfa kafası kadar karışık ve berbat apartmanlar, hep birbirine denizi kapıyarak, hep bahçeleri sökerek, müthiş bir çığ gibi yuvarlanıp duruyorlar… O kadar ki.. bütün şehircilerin ve ijiyen (hijyen) adamlarının ikametgâh hakkındaki bütün kararlarının tersine şehircilik ilmine taban tabana zıt olarak hiçbir mimarî zevki olmayan san’atın, tabiatın, hıfzıssıhhanın, ilmin, fennin, düşüncenin ve duygunun aleyhine ve inadına İstanbul şehri çirkinleştirilmekte ve artık ne alev, ne de zelzele ile temizlenemeyecek tarzda çirkinleştirilmektedir. Cahil ve san’atsız beton canavarını çabuk sıkboğaz ediniz.” (Mimar, Yıl: 2, Sayı: 7�8, s. 209.)
Falih Rıfkı’nın son cümlesi daha da ilginçtir: “Biz maziye bin kere üstün bir istikbale doğru giderken, hiçbir işimizde sevmediğimiz maziye hasret çektirecek müsamahalara göz yummamalıyız.” Bu cümledeki trajik ruh halini okuyabiliyorum. Maziye mutlak galebe çalmak iddiasıyla yola çıkan Cumhuriyet projesi, şehir ve mimarî alanlarında yok sayarak ve ilgilenmeyerek Osmanlı mirasının sahip olduğu “kimlik”in mütekabilinin, kendiliğinden, genel bir ideolojik kampanya ile inşa edebileceğini varsaymıştır.
Maalesef sonucun, daha 1930’larda hüsran olacağı belli olmuş gibidir. Her şeye rağmen Osmanlı İstanbul’unun estetik bir yumuşaklık ve zarafet taşıyan sokakları, evleri, konakları yerine apartmanların birer heyula gibi dikilmesi, ahşap evi mezar, apartmanı beşik, ahşap evi mazi, apartmanı istikbal kabul eden Cumhuriyet’in ateşin aydınları tarafından daha üzerinden 10 yıl bile geçmemişken protesto edilmekte, “cahil ve san’atsız beton”un bu aşırı kullanımının mimaride bir geriye dönüş eğilimini uyandıracağından korkulmaktadır.
Belki 1930’larda değil ama 1950’lerden itibaren Sedad Hakkı Eldem’in, 1970’lerden itibaren de Turgut Cansever’in ortaya koydukları eserler, “bir mazi hasreti” şeklinde değil; ancak geçmişin temel ve vazgeçilmez ilkelerini bugünün zevk ve estetiğiyle yeniden diriltme çabalarına ivme kazandırmış, mimarimize, farklı kimliklerin vücut bulabileceği geniş bir hareket alanı açmıştır.
Alevde erimekten kaçarken betona sığınan ve taşlaşan şehirlerimize yeni bir soluk aldıracak arayışların hız kazandığı günümüzde geçmişte ne tür hatalar yapıldığını dikkatle incelemekte büyük yarar görüyorum.
Evin ve şehrin anatomisi
Üç aylık düşünce dergisi Cogito, Bahar ’99 sayısını (sayı: 18) Ev�e tahsis etmiş: Bir Anatomi Dersi: Ev. Birikim dergisinin Temmuz ’99 sayısı ise Kentte Yarılma başlığıyla şehir sorunlarına ayrılmış. Her iki dergide de önemli ve ufuk açıcı yazılar yer alıyor, ne var ki çok istememe rağmen, bu mütevazı köşede geniş olarak üzerinde durmak imkânından mahrumum. Cogito�dan Ömer Naci Soykan, Ayda Arel ve Frank Lloyd Wright�ın, Birikim�den ise Ahmet İnsel, Ayşe Öncü ve Asu Aksoy�Kevin Robbins�in makalelerini meraklılarına okumalarını öneriyorum.
Osmanlı şehirlerine dair iki önemli yayın
Bu arada Cogito�yu yayımlayan Yapı Kredi Yayınları�nın çıkardığı iki önemli kitabı bugüne kadar genişçe yazarım diye bekletiyordum. Bir süre daha beklemelerine gönlüm razı olmadığı için önemlerine işaret etmekle yetineceğim bugün.
Andre Raymond�un Yeniçerilerin Kahiresi adlı kitabı, 18. yüzyılda bu şehre tayin olan Abdurrahman Kethüda�nın gerçekleştirdiği müthiş imar faaliyetini şaşırtıcı bir ustalıkla ortaya koyuyor. Benim yıllardır bir şehrin seçtiği insanla konuştuğunu söylerken kastettiklerimin nefis bir açıklaması bu kitap…
Aslen İstanbul doğumlu Maurice M. Cerasi�nin Osmanlı Kenti ise Osmanlı şehirlerinin 18 ve 19. yüzyıllardaki yapısını konu alıyor. Osmanlı şehirlerinin bütünü için bir tipoloji denemesi de denilebilecek olan Osmanlı Kenti, son derece özgün ve bilimsel bir çabanın ürünü…
Yapı Kredi Yayınları�nı ve dizi editörü Ekrem Işın�ı yürekten kutluyor ve kitapların devamını merakla bekliyorum.
Demokrasi ve şehirler
Ahmet İnsel�in Birikim�deki Yaşam alanlarımıza sahip çıkmak adlı yazısından birkaç satır:
Nobel sahibi fizikçi Ilya Prigogine, demokrasi için gerekli üç temel varsayım olduğunu iddia eder: Özgürlük, yaratıcılık ve sorumluluk. Bunlar demokrasi için yeterli değil; ama gereklidir. Bu üç niteliğin gelişmesini boğmayan mekânsal oluşumlar neler olabilir? Yaşam alanlarımıza sahip çıkmaya çalışırken, herhalde bu soruyu da cevaplamaya çalışmalıyız.